19 Mayıs 2024 Pazar

İNCELEME: "REVAN", Abdullah Aren Çelik




https://karnavaldergi.com/blog/insanin-yurdu-sevdiklerinin-kalbidir/


“İnsanın Yurdu Sevdiklerinin Kalbidir”

Umut Şener

İncelenen kitap: “Revan”, Abdullah Aren Çelik,

Everest Yayınları, Aralık-2023, Roman, 207 sayfa

“… yol yürüyüş öğretir” der Gülten Akın.[i]

 

Brezilyalı filozof Paulo Freire “yürüyerek, oluruz.” der.[ii]

 

Abdullah Aren Çelik de “Önce kendine yandı, sonra kendine döndü, sonunda içinde eski zamanlardan kalan cerahati akıtıp kendi oldu.”[iii] diyor Revan’da.

 

Adı üstünde yola revan olmayı, bir yolculuğu anlatıyor bu roman. Yolcularsa, Yaşar Kemal’in Kürtlerin Homeros’u dediği dengbej Evdale Zeynike ve Türkmenlerin isyankâr ozanı Dadaloğlu. İsimler büyük olunca yol da yolculuk da yolcu da büyüyor.

 

Yol hikayesi anlatmak zordur. 80 Günde Devri Alem[iv] gibi klasik örneklerden biliriz. Hatta başkarakterlerden Evdal’i anlatan “Abdal’ın Bir Günü”[v] de bir yol hikayesidir. Fakat orada bir günlük bir hikâyeye tanık oluruz. İster bir gün ister seksen gün, isterse buradaki gibi yıllar sürsün; her yolculukta dostluk, sevda, risk, tehlike, varlık, yokluk, kötülük ve iyilik vardır. Dahası her yolculuğun bir amacı vardır ve sıklıkla – varılır ya da varılmaz- sonuçtan bağımsız bir hikâye vardır. Değerli olan, değer yaratan yolun, yolda olmanın kendisidir.  Bu yanıyla Revan aynı zamanda sözlü tarih-hafıza aktarımı ya da bir aşk hikayesi olarak da okunabilir pekâlâ. Yazar okura bu alanı da açmıştır.

 

Karakterleri ve olayları, yazmanın diğer unsur ve olanaklarını da kullanarak, yol boyunca taşımak ustalık ister. A.A.Çelik’in romanında işte bu ustalığı da görebiliyoruz. Kullandığım “usta” sıfatının altının dolması için, hemen burada A.A.Çelik’in yarattığı edebiyata kısaca değinmek istiyorum.

 

Büyük Geçit (2009) adlı şiir kitabının ardından İlerde Hep Yalnız (2016), Kandan Adam (2018), Yediler Teknesi (2021) romanlarını yazdı. Revan yazarın son romanıdır. Kurgu ve kurgu unsurları açısından birbirine referans sunan ilk üç romanın aksine bambaşka bir kurgusu vardır. Fakat, ilk üç romanda gördüğümüz yazma evreninin yani işin mutfakta geçen kısmının Revan’da rehabilite olduğunu, yazara özgü bazı niteliklerin geliştiğini ve birçoğunun da yerli yerini bulmuş bir yazma faaliyetine dönüştüğünü de görürüz. Bu koşullarda bir ustalaşmadan söz etmek elbette mümkündür.


 

Başlarken söylediğimiz gibi bu romanda başkarakter değil, başkarakterler var. Yazar iki başkarakteri olan bir kurgu yaratarak bir zorluğu göze almış. Üstelik bunu bir hafıza çalışması olarak adlandırmak hiç de abartılı olmaz. Yazarın kurguyu oluşturduğu süreçteki hazırlığının iyi bir hazırlık olduğunun da göstergesi aynı zamanda.

 

Diğer karakterleri de ekleyerek Freudyen bir analiz yapmak da mümkün. Fakat, insanın içine doğduğu doğanın parçası ve toplumun ürünü olduğu tezi bu romanda oldukça belirgin. O sebeple, ben de tezleri daha çoğul ve toplumsal olan düşünsel çalışmaları ölçü almayı tercih ettim. İncelemenin devamında tercihimi somutladığım karşılaştırma ve benzerlik örnekleri bulunmaktadır.

 

İki bölümü ayıran, birinci ve ikinci kitap arasına bir eşittir koyup eşitliğin iki tarafına bakalım biraz. Birinci kitapta ağırlık Dadaloğlu, ikinci kitapta Evdal’dir. Dadaloğlu’nun kayıt altına alınmış sözleri vardır, ulaşılabilir kaynaklardır. Fakat Evdal için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Kürt halkına yönelik “inkâr, imha, asimilasyon” olarak özetleyebileceğimiz politika ve dil üzerinden sürdürülen yok sayma pratiği belirleyicidir.

 

İşte burada Dadaloğlu’nun şiirlerine karşılık, Dengbej söylencelerinde Evdal’in sesinde hayat bulan “Xece ile Siyabend” gibi hikayelere ayrıntılı biçimde yer verilmiştir. Dadaloğlu’nun sazı, Evdal’in kavalı vardır. Evdal’e eklenen turna motifi karakterin görünürlüğünü büyütmüştür. Yine Dadaloğlu’na söyletilen “halkının ozanı ol” söylemi, Evdal’de hayatın içinde karşılık bulan ve yorumlanan cümlelerle yeniden üretilmiştir. Evdal, Dadaloğlu’nun hikayesine ilk kitabın dördüncü bölümünde katılır. İkinci kitabın dördüncü bölümündeyse Dadaloğlu, Evdal’in hikayesine dahil olur. Hatta birbirleri için anahtar işlevi gören bir var oluştur bu katılımlar. Her ikisi de birbirinin “çare”sidir.

 

Romanın bütünündeki mühendisliğe bakınca, iki baş karakterli bir metin oluşturma zorluğunun üstesinden gelindiğini yani dengenin iyi kurulduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.

 

Aynı dengenin karakterler arasındaki ilişkilerde de eşitliğin kurulduğu iletişimler olarak ortaya çıktığını görürüz. Zaman zaman tek bir açıdan kurulan eşitlik, bazen de birkaç açıyı içerir. Eylemde, duyguda, statüde ya da sorunda eşitlik…

 

“Ali Bey pusu kurmayı, hayvan izi sürmeyi, günlerce avını takip etmeyi, kurduğu pusuda saatlerce yemeden içmeden durmayı bilirdi. Lakin iş ok atmaya gelince durum değişiyordu, obanın en iyi kemankeşi Buğra’ydı. Av esnasında bütün hayvanları kalbinin ortasına nişan alarak yere indirir, can çekişmelerine izin vermezdi. İki avcıyı birbirine yalaştıran da, dost kılan da bu özellikleriydi.”[vi]

 

Yine Evdal ve oğlu (evlatlığı) Temo arasındaki ilişki de böyledir. Temo “Saflığı öyle derindi ki, masum duruşu ve bakışları insanı merhamet sathına çekecek kadar etkileyiciydi.” [vii] diye tarif ediliyor. Temo aynı zamanda Evdal’in tutunacak dalı, onun yerine gören gözüdür.

 

*

 

Romanda, savaş kavramı üzerinden sunulan çatışma da içsel ve dışsal olgular olarak iki yönlü ilerliyor. Birincisi anlatılan dönemdeki savaş, ikincisi ozanların kendi aralarında ve her birinin ayrı ayrı kendi içinde yaşadığı savaştır.  Dönem, dünyanın ilk büyük paylaşım savaşına doğru hızla sürüklendiği dönemdir. Çok uluslu devletler yıkılmakta, ulusal bağımsızlık hareketleri imparatorlukları parçalamaktadır. Bir yanda iç dinamiklerinin olgunlaşması sonucunda kapitalizme geçen ulus-devletler, bir yanda kapitalizmle de uzlaşmaz çelişkiler taşıyan halklar vardır. Egemen ulus-devletler, o güne kadar birleşik devletlerin içinde yer alan halklara karşı savaşmaktadır. Osmanlı’nın, hükmettiği halklardan kurduğu orduyla Avşar Türkmenlerine saldırmasının sebebi de budur.

 

Dadaloğlu ve Evdal böyle bir atmosferde karşı karşıya gelirler. “Ozanların savaş meydanında ne işi var?” sorusu, romanı okurken akıllara gelebilecek bir sorudur. Dadaloğlu “Böyle zamanlarda kendisi gibi söz ustalarına değil, savaşçılara ihtiyaç duyulduğunu”[viii] düşünür. Fakat bu düşünce Evdal’in tanıtıldığı ve savaş moralle yürür önermesinin de doğrulatıldığı cümlelerle tekzip edilir. Günün sonunda soru da cevaplanmış olur.

 

Moral unsuru oldukları için savaşlarda ozanların, şairlerin, dengbejlerin askeri birliklere eşlik etmesinin çokça örneği vardır. Sanatsal performanslarda da bu örnekten yararlanılmıştır. Neretva Köprüsü filminde en zorlu koşullarda korunan, kitleden ayrılmaması için olağanüstü çaba gösterilen bir ozan vardır mesela.  Revan’da baş karakterlerin ozan oluşuyla bu motivasyon kaynağının kullanımı üst bir seviyeye taşınmıştır.

 

Savaş, insani değerler, toplumsal değerler, kültürel değerler gibi farklı yanlarıyla sürekli sorgulanır, tartışılır. Sun Tzu, “Girilmemesi gereken yollar vardır, üzerine gidilmemesi gereken askerler vardır, üzerine saldırılmaması gereken kentler vardır, mücadeleye gerek olmayan yerler vardır, yerine getirilmeyecek emirler vardır.”[ix] demiştir. Onun fikir beyan ettiği savaş, düzenli ordular adı verilen işgal ordularının kuruluşundan önceki dönemin savaşıdır tabii. Yine de savaşın ruhunun teknik bir konu olmadığını gösterecek kadar da güçlü fikirleri vardır. Savaşın yıkım olduğunu doğrulayan birçok sahne vardır Revan’da. Aynı zamanda gücün yarattığı bir çılgınlık hali olduğu, hata yapmaya elverişli koşulları içinde taşıdığı da tasvirlerle gözümüze sokmadan anlatılmıştır. Dadaloğlu ile Evdal’in atışma yapacağı akşamın ruh halini ve psikolojik atmosferini şu cümle anlatır: “Ortada askeri nizamdan beklenmeyecek büyüklükte yarım ay şeklinde meşaleler yakılmıştı.”[x]

 

*

 

Felsefi açıdan, genelde ontolojik sorunlara eğilen ve bilinç akışı ve yer yer diyaloglarla da sunulan kısımlarda Gassetvari[xi] yaklaşım belirgindir. Gasset biçim ve özün eşitliğini tartışır ve bunların dengeli olması gerektiğini söyler. İnsan dışındaki ekolojik unsurların (örneğin taş) kendi olmak için mücadele etmeye ihtiyacı olmadığını; fakat insanın, varlığı özünden önce geldiği için, oluşunu mücadele ederek ve bedelini ödeyerek yaratmaya mecbur olduğunu savunur.

 

“Zeminde toprak, içeride hava, sobadaki ateş ve üzerindeki suyla hayatın döngüsü tamamlanmıştı.”[xii] Esir çadırından girerek ortalığı iyice yakan rüzgâr, yürümeyi daha da zorlaştıran sıcaklık da böylesi oluş örnekleridir. “Havadan usulca süzülüp önüne düşen bir çınar yaprağını eline aldı, damarlarını inceledi, dokundu, sevdi.”[xiii] Evdal’ın sıkıntıdan patladığı bir anda yaşadığı bu ferahlık yaprağın kendi oluşuyla ilgilidir.

 

İnsanla ilgili zorlu durumu ise şu derin cümleden okuruz: “Her canlının bir yaşamı vardır, fakat insandan başka hayatı olan yoktur.”[xiv] Romanda insanın olmak ve kendi olmak için verdiği mücadele, eşitlik de gözetilerek, ilişkilerde sık sık görülür.

 

Buğra’nın Selda’nın yarasına bakarken, Evdal’in ve Dadaloğlu’nun âşık oldukları Gökçen Hatun’un yaralarına bakarken yaşadıkları duygu, acıma duygusu değil, kendi içlerindeki acıdır. Buradaki incelik özellikle vurgulanmayı hak ediyor.

 

Dadaloğlu ve Evdal’in birbirlerine karşı hissettikleri intikam, hırs, galibiyet gibi duyguların yanında duyguda eşitlik de kendini gösterir. Duyguların asıl kaynağı ozanların içsel yolculuklarıdır çünkü. Tam da bu nedenle birbirini yenemezler.

 

Didaktizme düşmeden bir şeylerin gösterilmesi bir diğer önemli özelliktir. Anlatarak, açıklayarak değil göstererek kullanılan bu özellik, romana, klasik romanların da önemli bir özelliği olarak, güncellik kazandırmıştır.

 

“-faşist, otoriter ya da demokratik- emperyalist ülkelerin sömürgelerine dayattığı sömürge tipi faşizm ve bu formun yeni sömürgecilik ilişkilerindeki değişen-dönüşen karşılığı”[xv] günümüzde bazen tek kişinin bazen Haziran ayaklanması gibi geniş kesimlerin katıldığı sivil direnişlerde ortaya çıkmaktadır. Romanın geçtiği tarihsel koşullarda, finans-kapitale içkin bir kavram olan faşizmden söz edilemez elbette. Fakat üst başlığı “zulmün olduğu yer” olarak yazar ve karşısına “direnme hakkı”nı koyarsak; günümüze uzanan çok güçlü örnekleri görürüz. Evdal’in evlatları için Sürmeli Mehmet Paşa’nın konağının önünde oturmaya başlaması, ezbere bildiği konağın avlusundaki ağacın kesildiğini fark ettiğinde bunu yaşadığı haksızlıkla birleştiren düşünceleri bize günümüzde de örneklerini gördüğümüz direnişleri çağrıştırır.

 

Romanı okurken gözüm, aklım bir yandan da taşıyıcı kolonu arıyordu. Bu yanıyla bir eksiklik hissettim. Kurgunun üzerine inşa edildiği metafor olabileceğini düşündüğüm güçlü imgeler, simgeler, söylemler değişen bölümlerde sahneye çıkıp bir süre sonra sahneyi terk ettiler. Okumayı tamamladığımda, çeşitli amaçlarla devam eden yolculukların da varlığıyla birlikte, taşıyıcı kolonun yolun kendisi olduğunu anladım. Bu yüzden Revan bu çalışmaya verilecek en isabetli isim olmuş.

 

“… derler ki bir maksatla yola revan olanın bahtı açık olurmuş.”[xvi]

 

Ne yazdığını, neden yazdığını bilerek yola revan olan Abdullah Aren Çelik’in yolu açık olsun; okuyanı, anlayanı çok olsun.

 

 

[i] “Yol” şiirinden, Gülten Akın

[ii] “Ezilenlerin Pedagojisi”, Paulo Freire

[iii] “Revan”, s.117

[iv] Jules Verne

[v] Mehmed Uzun

[vi] A.g.e., s.44

[vii] A.g.e, s.115

[viii] A.g.e, s.10

[ix] “Savaş Sanatı”, İş Bankası yayınları, s.23

[x] A.g.e, s.88

[xi] José Ortega y Gasset; İspanyol filozof. (1883- 1955)

[xii] A.g.e, s.20

[xiii] A.g.e, s.80

[xiv] A.g.e, s.54

[xv] “Faşizm”, Önder Kulak, Kargaşa Kitap

[xvi] A.g.e, s.172

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Söyleşi: Mansur Ayık'la yeni romanı Hiç Kimse'den yola çıkıp edebiyatı ve hayatı konuştuk...

https://www.edebiyathaber.net/mansur-ayik-toplumsal-curumeye-karsi-bir-yuzlesme-romani-yazmak-istedim/ Mansur Ayık: “Toplumsal çürümeye karş...