19 Temmuz 2024 Cuma

Esra Çiftçi ile söyleşi: Gençliğini özleyen bir nesil olarak büyüdük

https://artigercek.com/kultur-sanat/umut-sener-gencligini-ozleyen-bir-nesil-olarak-buyuduk-311458h 

Umut Şener: Gençliğini özleyen bir nesil olarak büyüdük

Umut Şener: Gençliğini özleyen bir nesil olarak büyüdük
 
  
Uzun yıllardır ekoloji, edebiyat alanlarında üreten yazar Umut Şener'le hikayelerle nasıl buluştuğunu konuştuk. Şener, "Felsefi ve kuramsal açıdan hayatımın merkezinde böyle iki güçlü bilim sanat alanı olduğu için yolum hep hikayelerden geçiyor" dedi.

Esra ÇİFTÇİ


Kadın, dil, çocuk, Ortadoğu, toprak-tarım, güncel ekonomi-politika ve Marksist ekoloji konularında çalışmaları bulunan Umut Şener, çeşitli platformlarda ve kişisel blogunda yayımladığı söyleşi, makale, öykü ve incelemeleriyle tanınıyor. Sınırsız Kitap etiketiyle yayımlanan '6 Şubat Notları Sana Dair' ve 'Senem' isimli kitapları bulunan yazar, editör ve yaşam savunucusu Şener, hikayelerle nasıl buluştuğunu Artı Gerçek’e anlattı.

Yazma süreciyle ilgili on yıllık siyasi mahpusluğuna da değinen Şener, "O dönemin bendeki izlerini ve bana kattıklarını hiçbir zaman yadsımam. Fakat bu yaşam örgütlü, kolektif bir yaşamdır. Bu nedenle örgütlü yaşamımın dışarıda ya da hapishanede geçen anlarını sözlü ya da yazılı olarak anlatmıyorum. Bu iradi bir tercih. Çünkü yaşanan hiçbir şey sadece bana ait değil, kişisel bir hikâye olarak kullanmayı da ahlaklı bulmuyorum” diyor.

fotoram-io-2024-07-18t184621-576-001.jpg

'GENÇLİĞİNİ ÖZLEYEN BİR NESİL OLARAK BÜYÜDÜK'

Umut Şener kimdir? Bize kendinizden bahseder misiniz lütfen?

12 Eylül sonrası dünyaya gelen ve tam da dönemin ruhuyla adı Umut konulan çocuklardan biriyim. Babamın kamu emekçisi olması sebebiyle büyürken Anadolu’nun birçok yerini görme olanağım oldu. 1991’deki büyük madenci yürüyüşü sırasında ben çocuktum. Bu tanıklık hayatımdaki ilk sınıfsal sorgulamadır. Sonrasında Sivas Katliamı yaşandı. Peşinden Gazi katliam ve direnişi, ’96 ölüm orucu ve süresiz açlık grevi direnişleri… Hepsi benim politikleşmemde derin yeri olan toplumsal olaylardır. Lise yıllarıyla birlikte örgütlü mücadele de hayatımdaki yerini aldı. Üniversitede Cebeci kampüsünde Gazetecilik bölümü öğrencisiydim. Hem ülke hem de üniversiteler en politik ya da bugünden geriye bakarak söylersem son politik dönemini yaşıyordu. Ulucanlar Katliamı, Burdur operasyonu ile F tipi hapishanelere giden süreç ve bugün tüm toplumu esir alan tecrit politikası 19-22 Aralık hapishaneler katliamı ile hayata geçirildi. O günden sonra da kimse iflah olmadı bence. En azından bizim kuşak böyle. Çok genç yaşımızda gençliğini özleyen bir nesil olarak büyüdük bizler. Oradan sonrası benim için de gözaltılar, işkence, mahpusluk, sürgün vb. ile geçti başka birçok dönemdaşım gibi. 2020 yılında Şakran Hapishanesinde kanser olduğum anlaşıldı. Yüksek dereceli metastatik mesane kanseriydi. Çok hızla dördüncü evreye geçti. Hapishane koşullarında hiçbir tedavi almadığımı ve tedavimin engellendiğini söylememe gerek yok sanırım. Ailemin ve değerli avukatlarımın çabası ile 2020 Nisan ayında tahliye edildim. Zaten tutukluydum fakat ülkedeki infaz sistemi tutuklu-hükümlü ayrımı yapmıyor. Nitekim bu dosyadan 30 yıl “ceza” verildi ve dosya şu an Yargıtay’da.

'HAYATIMDAKİ HİÇBİR ŞEYİ HİÇ KİMSEYE BORÇLU DEĞİLİM VE BU BENİM EN BÜYÜK GÜCÜM'

Yeni bir yaşam diyebilir miyiz bundan sonrasına?

Evet, ben de öyle adlandırıyorum; ikinci hayatım diyorum, 15 Nisan’ı da ikinci doğum günüm olarak kutluyorum. Hapishaneden ölümün kıyısında bir hasta olarak sedye ve ambulansla çıktım. Ankara’ya geldim. Tedavim başladı, haziran ayına kadar hayatta kalıp kalmayacağım belli değildi. Sonrasında tedaviye cevap verdi vücudum. Ağır bir süreç oldu tabii, sağlık başta olmak üzere hayata dair her şeyi sıfır olarak yaşadığım bir süreçti. On sekiz yıldır ayrı olduğum ailemle böyle olağanüstü koşullarda yeniden tanıştım. Ev bana çok yabancı bir kavramdı ve ben aynı zamanda ev hapsindeydim! Organ kaybı, vücut bütünlüğümün bozulması ve protez idrar torbası ile yaşama devam ettiğim bir büyük ameliyat sonrasında hayata tekrar tutundum. Bu süreçte kemoterapinin yıkıcı etkisini azaltmak için Almanca öğrendim. Biraz ileri gitmiş olabilirim. Üniversite sınavına girdim, yeniden lisansa başladım. Önemli bir kısmı yatakta geçen bu süreci aktif olarak okuma ve bir süre sonra da yazma merkezli bir yaşama dönüştürdüm. Kendimle yeniden tanıştım. Yeni bir beden, ömürlük bir protez, sağlık ve kişisel bakımımı öğrenmek, yeni duruma göre yeniden kurulan toplumsal, sosyal, siyasal ilişkiler… Aldığım nefes dahil hayatımdaki hiçbir şeyi hiç kimseye borçlu değilim ve bu benim en büyük gücüm.

'HİKAYE TOPLAYICIYIM'

Biyografik öyküler anlatıyorsunuz, size hikâye anlatıcısı diyebilir miyiz?

Anlatıcı değil hikâye toplayıcıyım aslında. Uzun yıllardır ekoloji ve edebiyat çalışmaları yapıyorum. Felsefi ve kuramsal açıdan hayatımın merkezinde böyle iki güçlü bilim sanat alanı olduğu için de yolum hep hikayelerden geçiyor. Bence hikayeler ekolojinin edebiyatla en çok buluştuğu yer. Ben yazmayı tercih eden biri olarak, anlatmaya dair bazı bilgiler edindim. Ama çok daha öncesi var bu işin. Kendimi ifade ederken yazmayı tercih ederim. Tıpkı birinin ezgilenmiş seslerle, bir başkasının çizerek kendini ifade etmesi gibi, benim yöntemim de bu. Bunda uzun hapishane yıllarının yazmaya dayanan iletişim zorunluluğunun da payı büyük. Bilirsiniz herhangi bir konuda tercih yapmak için öncelikle bilgiye ihtiyacınız vardır. Burada bir başka tercihimden de söz etmem gerektiğini düşünüyorum.

'YAKLAŞIK ON YILLIK BİR SİYASİ MAHPUSLUK SÜRECİ DE VAR HAYATIMDA'

Yaklaşık on yıllık bir siyasi mahpusluk süreci de var hayatımda. O dönemin bendeki izlerini ve bana kattıklarını hiçbir zaman yadsımam. Fakat bu yaşam örgütlü, kolektif bir yaşamdır. Bu nedenle örgütlü yaşamımın dışarıda ya da hapishanede geçen anlarını sözlü ya da yazılı olarak anlatmıyorum. Bu iradi bir tercih. Çünkü yaşanan hiçbir şey sadece bana ait değil, kişisel bir hikâye olarak kullanmayı da ahlaklı bulmuyorum. Bir dönem tiyatro ile hem sahne önünde hem arkasında ilgiliydim. Ankara bu anlamda çok verimlidir. Bir defa AST gibi bir kurumun varlığı bile ruhunuz şekillenirken ona esin verir. Mesela Rüştü Asyalı ile tirat okumaları yapmışlığım vardır. Rutkay Aziz, Altan Erkekli, Yılmaz Demiral, Özgür Başkaya, Metin And, Süreya Karacabey doğrudan ya da dolaylı olarak hayatıma dokunan isimler arasında ilk aklıma gelenler… Bunlar benim için önemli izler. Daha sonra hapishane yıllarında ve devrimci mücadele içindeyken de sık sık kitleye hitap ettiğim çokça zaman var kişisel hikayemin bazı yerlerinde. Dolayısıyla sözel anlatıcılık yabancı olduğum bir alan değil.

'EDEBİYATIN MUTFAĞINDAYIM'

Çok yönlü biri olduğunuzu tahmin edebiliyorum. Hayatınızın merkezinde ve ayrıntılarda neler var? biraz anlatır mısınız?

Kitaplar, çocuklar, tohum ve toprak hayatımın merkezinde yer alıyor. Afet vb. durumlarda daha sık olmak üzere dezavantajlı(laştırılmış) çocuk gruplarında oyun terapisi, yaratıcı drama gibi gönüllü dayanışmalarda uzman/ eğitmen olarak yer alıyorum. Ekoloji alanındaki çalışmalarımı sınıf bakış açısıyla ve Marksizm’le çerçeveli olarak sürdürüyorum. Biyoçeşitlilik, gıda-egemenliği ve kooperatifçilik temel çalışma konularım. Edebiyatın mutfağındayım. Bağımsız editörlük yapıyorum, avantaj ve dezavantajlarını da yaşıyorum her dosyada. Editörlük müthiş keyif aldığım bir alan. Fanon’dan Frankl’e uzanan güncel- sınıfsal bakış açısıyla metinlere bakıyorum. Umut’un kendi insanlığı adına anlam arayışı sürüyor. Bunlarla birlikte kısa, orta, uzun dönemli çalışmalar da yapıyorum. Devam eden yazı çalışmalarım var. Uzmanlaşmaya yönelik çalıştığım programlar var. Dayanışma faaliyetleri var. Yürümeyi, şarabı ve şiir okumayı çok severim. Bir arkadaşımın tabiriyle sıkıştırılmış dosya gibiyim. İçimden daha neler çıkacak ben de merak ediyorum. Yeni hayatımın hikayesi böyle yazılıyor zaten.

'TOPLUMSAL HAFIZANIN EN GÜZEL KAYITLARI HİKAYELER VE MASALLARDIR'

Sizinle ilgili anlatıcı bilgisine bakınca “hakikatle hafıza arasında bir yerde yaşar” yazdığını gördüm. Bu ne demek?

Devamında da şöyle yazıyordu: “Toprağın, tohumun, suyun ve rüzgârın hikayesini edebiyatın olanaklarını kullanarak aktaran bir hafıza taşıyıcısı.” Resmi ikametim Ankara olsa da yaşadığım, nefes aldığım yer tam olarak bu cümledeki uçsuz bucaksız saha. Hafızanın korunması, kaydedilmesi hakikatin korunması için şart. Her şeyin tüketildiği ve manipüle edildiği bu barbar çağın yok ediciliğine karşı hakikati savunmak için hafızaya sahip çıkmak gerekiyor da denilebilir. Toplumsal hafızanın en güzel kayıtları hikayeler ve masallardır. Her ne kadar “hikâye anlatıcılığı” bir performans alanı olarak yakın bir zamanda duyulmaya başlanmış olsa da kültürel olarak bu toprakların hiç yabancısı olmadığı ve geleneksel edebiyatımızın da bel kemiğini oluşturan bir sanattır. Tam orada yaşıyorum ve bundan çok büyük haz alıyorum.

'HİKAYE AVCISI DEĞİLİM'

Hikayeleri nasıl topluyorsunuz ve nasıl aktarıyorsunuz?

Bu soruyu çok sevdim. Eğer hayatın bir noktasında “hikâye nedir?” sorusuna cevap verebiliyorsanız bu konuda hiç yokluk çekmezsiniz. Hikâye kovalamıyorum ama herhangi bir ayrıntıda hikâye unsurunu, özelliklerini hissedersem onun peşine düşüyorum. Bir ayağım Amed’de yaşıyorum zaten. Orada yoldan rast gele insan çevirseniz doğal anlatıcıdır. Binlerce hikâyenin toplamından oluşan büyük hikayesiyle kadim Amed en nitelikli tedarikçim. Burada da yine bir etik ölçüden söz etmem lazım. Hikâye avcısı değilim, toplayıcılık ve taşıyıcılık yapıyorum. Bunu yaparken hikayesini sunanların istek ve güvenlikleri benim için öncelikli her zaman. Paylaşma konusunda da aynı biçimde rıza almadan bana verilmiş hiçbir şeyi hiçbir şekilde paylaşmam. İmkân varsa sözlü kayıtlar alıyorum, sonrasında onları yazılı hale getiriyorum. Not alma imkânım yoksa aklımda tutup ilk fırsatta metne dönüştürüyorum. İyi bir hikâye arşivim var. Aktarım açısından en özen gösterdiğim yanı hikâyenin toplumsallaşması ve hafızanın bir parçası olarak yeniden üretilmesi. Bunu sağlamak için hikayeleri bir şeyleri anlatmanın aracı haline getiriyorum, evet en çok bunu yapıyorum. Makale yazarken, sunum hazırlarken, inceleme yazıları yazarken bağlamın oturtulmasında çok işlevli oluyor hikayeler. Ara sıra çalıştığı temayı, konuyu işleme biçimini bildiğim yazar arkadaşlarıma veriyorum. Kurgu yani öykü ve roman yazarlarına tabii. Onlar da kişisel yanlarını eleyip hikayesini kurguya dahil ediyorlar. Dediğim gibi, hikâyenin toplumsallaşması ve hafızanın bir parçası olarak yeniden üretilmesi benim için önemli. Aldığım hikayeleri bir amaca, mücadeleye de katkı sunacak biçimde yeniden sahiplerine teslim etmiş oluyorum böylece. Çünkü hikâye hırsızlığı yapmak çok büyük bir ahlaksızlıktır.

Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Sanırım ilk kez kendimden bu kadar bahsettim. Çok keyifliydi. Teşekkür ediyorum verdiğiniz güven ve emeğiniz için.

UMUT ŞENER HAKKINDA

Umut Şener 1981 yılında doğdu. Ankara Kurtuluş Lisesini bitirdi. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik bölümünü siyasi nedenlerle yarıda bıraktı. Yaklaşık on yıl mahpusluk yaşadı. Mahpusken kanser olduğunu öğrendi. 2020’de tahliye edildi. Tedavisi hala devam ediyor. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde Tarım Ekonomisi lisans öğrencisi. İngilizce ve Almanca biliyor.

11 Temmuz 2024 Perşembe

Ben Bermal; Hakikatten Kurguya

https://karnavaldergi.com/blog/ben-bermal-hakikatten-kurguya/ 


Ben Bermal; Hakikatten Kurguya
Kitap İncelemeleri

Ben Bermal; Hakikatten Kurguya

Umut Şener

Sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim, Ben Bermal kurgu denemeyecek kadar hakikate yaslanan, hakikat sayılamayacak kadar iyi kurgulanmış bir kalem işçiliğine sahip.

 

Daha romanın girişinde derin, görsel değeri yüksek bir karşılamayla, iyi işçilik yaptığını gösteriyor Deniz Fark Zeren. Aklıma ilk gelen, çocukluğumdan beri ezbere bildiğim, Sabahattin Ali’nin “Arap Hayri” öyküsünün girişi oldu. Başlangıç referansı yerli edebiyatın yüz akı bir isim olunca da üzerine yazmak konusundaki düşüncem, kesinlikle yazılmalı ve okutulmalı cümlesiyle yer değiştirdi; elbette bunda Deniz Faruk Zeren’in şiirler ve öykülerle, her defasında hem kendi ürettiklerinin hem de edebiyat mirasının üzerine eklemeler yaparak yarattığı yazarlığın payı da yadsınamaz.

 

Vekil öğretmen olarak köyde çalışan ve dönemin getirdikleriyle politikleşen Mazlum Samsa’nın hayatı, bölgede mücadele eden bir kadın olan Bermal’le tanışmasıyla değişir. Roman, Ahmed Arif’in “dövüşenler de var bu havalarda” dizesiyle işaret ettiği kimliksiz yaşayanları anlatıyor. Bilmediğimiz, görmediğimiz, bilerek görmezden geldiğimiz ama varlığı apaçık gerçek olan ve bizimle aynı dünyada, ülkede, şehirde, hatta kasabada nefes alanları, aldığı nefesin hakkını vermek için yollara düşenleri ele alıyor.

 

“Hikayeler güzel sözler serpiştirmek için yazılmaz Mazlum Samsa, güzel sözler hikayelerde kendini bulur.” (s.27)

 

Romanda birinci derece karakterler, Mazlum Samsa, Bermal ve Celal’dir. Burada romana ismini veren Bermal karakterinin işlenme biçimine özellikle değinmek gerekiyor. Bermal, romanın başkarakteri Mazlum’a hem somut hem soyut boyutta eşlik eder. Fiziksel olarak romanın başında ve sonunda görülür. Fakat, fiili olarak görülmediği tüm anlarda da ruhsal ve psikolojik atmosfere dahildir. Mazlum Samsa, ona hayranlık ve bağlılıkla harmanlanmış duygular taşır. Birine ilgi duyan insan, her şeyi ona söyleme ihtiyacı hissettiğinde ilgisinin farkına varır. Mazlum’u sık sık Bermal’e bir şey söylerken görürüz, tabii içinden… İşte Bermal karakteri bunlarla hem pek görünmeyen hem de her anda var olan bir karakter olarak yaratılmış. İkinci dereceden kurguya katılan karakterler, Ali Sertaç, Sarı Derya, Azad ve Hasan’dır. Tamamlayıcı karakterler olarak Panter (at), Nenecik, Vahag Usta, Anêşîn, Ali İhsan, Erkan ve kasabadan bazı aile, esnaf, zanaatkar öne çıkar.

 

Kurgu örgüsü, karakterleri de kolayca tasnif etmemize elverişli bir kapsayıcılığa sahip. Örgü, iki kişi arasında başlayıp, giderek genişleyen bir iletişim ağı üzerine oturtulmuş. Üstelik, roman çok doğal ve anlatıma katmanlar ekleyen, olay ve durumların derinleşmesini, yeni boyutlar kazanmasını sağlayan bir işleyişle ilerliyor.

 

Örgünün niteliğini belirleyen çatışma unsuru, tıpkı hayatın içinde olduğu gibi temel ve yan çatışmalar olarak yaratılmış. Toplumsal ve sınıfsal sorunlar söz konusu olduğunda temel çatışma ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen gibi net taraflar arasında. Burada da söz konusu olan her anlamda bir toplumsal mücadele olduğu için temel çatışmayı hak alma mücadelesi verenlerle, onların haklarını gasp edenler arasında yaşanan bir çatışma olarak tarif edebiliriz.

 

Yan çatışmalarsa, insan olmanın her haline vurgu yapan, temel çatışmanın da asli unsuru olan insanın değişirken, dönüşürken yaşadığı sancılar yani insanın kendiyle savaşı biçiminde belirginleşmiş. Che’nin tanımladığı “yeni insan” olma mücadelesi, romandaki çatışmayı kuran teorik-politik zemindir. Feodal değerlerin de eşlik ettiği bir toplumsal yeniden şekillenmenin özneleri, bu zeminde hayatla, birbirleriyle ve kendileriyle kıyasıya çatışır. Mazlum’un Bermal’e karşı duyguları ekseninde, mücadele eden insan ve sevdanın çatışması, örgütlenen gençlere karşı hissedilen sorumluluk ve sahiplenme duygusuyla iç içe geçen koruma çabasında yaşanan çatışma “yeni insan”ın çatışmalarıdır. Hem kasaba hem de insanları açısından diyalektiğin “çelişki içtedir” kuralı bu çatışma sahnelerinde somuttur.

 

Mekân, Kürt halkının yaşadığı küçük bir kasaba olan Karaova’dır. Burası hem sosyolojik hem de coğrafi olarak kırsal diye tanımlanan bir alandır. Güce tapması, kötülüğü ve iyiliği birlikte barındırması, ortalama bir yaşam seviyesinde, aynı haklar ve haksızlıklarla birlikte yaşayanların köhne, küçük, bakımsız, yer yer kararmış yaşam alanıdır Karaova.

 

Doğaya bağlılığın, özellikle ağaçlarla kurulan ilişki üzerinden tasvir edilmesi, mücadelenin konusu olarak dile getirilmesi vb örnekler mekânı tamamlamış. Anlatılan bölgede onlarca yıldır devam eden bir eko-kırım söz konusu. Yaşamın yok edildiği koşullarda, çözümü sorunu yaratandan beklemenin yetmeyeceği, çözüm isteyenlerin de yapması gerekenler olduğu, çıplak dağlara ağaç dikmek gibi önerilerle, didaktizme düşmeden verilmiş.

 

Olayların (ya da romanın) zamanını şu cümleden çıkarabiliriz: “Karaova askeri darbeden sonra geçen on iki on üç seneden sonra yeniden gelmelere gitmelere tanıklık ediyordu.” (s.62) Anlaşılıyor ki, zaman doksanlı yılların başı, ilk yarısıdır. Tabii Türkiye’nin doksanlı yıllarında, özellikle de ülkenin doğusunda katliamlar, infazlar, kayıplar, on binlerce insanın yaşamını etkileyen pek çok olay yaşanmıştır. Kronolojik bir sayıdan ziyade bu romanın asıl zamanı, bu sosyo-politik zamandır.

 

Engels’in “zorunluluğun bilince çıkarılmış halidir.” dediği gönüllülük ve meşruluk üzerinden romanın bağlamı kurulmuş. Bir şey yapmayanın bile başına bir şey gelmeyeceğinin garantisi olmadığını somut olarak gösterecek kadar sert koşullar egemendir.

 

Dil ve ona takdire şayan bir uyumla yaratılan içerik hem yerel söyleyişi hem de günümüzün nabzını yakalayan bir evrenselliği içeren, içten ve oldukça zengin bir dille ifade edilmiş. İmtina edilen bir konuda yazılmış olmasına, yok sayılan bir dilin iklimine ait (“deq” gibi özel) kelime ve söyleyişler içermesine rağmen zengin bir edebi dil kurmayı başaran Deniz Faruk Zeren söz oyunlarıyla, sözü bükmenin doğru örneği olarak nitelendirilebilecek bir eser meydana getirmiştir. Örneğin, olumsuz bir durumu anlatmak için kullandığımız “Karadeniz’de gemilerin batması” Deniz Faruk Zeren tarafından tersine çevrilerek yeni bir ifade biçimine bürünmüştür: “denizde gemileri yüzüyor” mutluluğun ifadesi olmuş.

 

İster kurgu ister kurgu-dışı yazın söz konusu olsun, edebiyatla teması olanların kendini güçlendireceği kaynakların başında hikayeler gelir. Zeren hikâye toplayıcısı ve anlatıcısı olma kumaşını taşıdığını Ben Bermal’le göstermiştir.  Usta Mamo temsilinde, tırnaklı ekmek yapımı, bir matbaa makinasının kullanımı, Vahag Usta’nın evin tadilatı sırasında anlattığı kadim mimarlık hikayesi, Makbule annenin anlattığı nar ağacı hikayesi yazarın toplayıp dağıttığı hikayelere örnek olarak verilebilir. Bu küçük hikayeler, romana kültür-hafıza taşıyıcılığı niteliği vererek eseri güçlendirmiş. Hikâye hırsızlığı diye adlandırılabilecek, kendi yaratmadığı hikayelerle yazanlarda rastladığımız yazınsal kötülükten kaçınarak, kendi emeğini doğru kodlarla büyütmek bilinçli bir tercih.

 

Arka kapak yazısı da bu kurgunun ne kadar iyi olduğunun göstergesidir adeta. Romanın farklı bölümlerinden alınarak birleştirilmiş cümleler pekâlâ bir paragraf gibi okunuyor.

 

Basıldığı günden bu yana Ben Bermal ekseninde yaşanan başka gelişmeleri de bu göstergelerin arasına eklemek gerekir düşüncesindeyim. Deniz Faruk Zeren’e gönderilen okur dönüşleri, sosyal medya paylaşımları yazanla okuyan arasında bir bağ oluştuğunu gösteriyor.  Esere dair rastladığımız yapay zekâ görselleri de oldukça ilgi çekici. Yazarak görselleştirme ya da klasik ifadeyle göstererek yazma bu romanda çok iyi yapıldığı için, sahneler nerdeyse gözümüzde canlananın aynısı ya da çok benzeri olarak çizilebilmiş.

 

Yine, söz sanatı olarak yaratılan ritim yazarın şair yanından kaynaklı. Yerel söyleyişteki, cümle sonlarında kullanılan “…le” ünlemiyle ritmi sağlamak çok doğal ve akıllıca bir tercih. Parolalar, özel işaretler de benzer örnekler. Bu romanı okuyup da “Cello, cirto, ispirto”yu diline dolamayan olmamıştır sanırım.

 

Tüm bunlar ışığında romanın teması umuttur. Umut, konunun işlendiği hikâyede; heyecan vermesi, yıkıcılığı, yaratıcılığı gibi değişik boyutlarıyla buram buram hissedilmektedir. Zaten Deniz Faruk Zeren, birçok yazar için ateşten gömlek olarak görülüp, dokunulmayan bu konuda bir roman yazarak umuttan yana sorumlu bir tavır taşıdığını göstermiş. Yazar, katıldığı bir programda şöyle diyor, “Okur iki yüz sayfa kitap okuyacak ve bir küçük umut bile almadan kitabı bitirecek. Bunu yapma hakkım yok.”

 

Çetin koşullarının tam ortasında yer alan bir karakter olarak Bermal’in hayatının ayrıntılandırılmaması, romanda eksik kalan yan olarak öne çıkıyor. Bermal’in duygu dünyası, hesaplaştığı bağlar, özlemleri, değişen ve değişmesi gereken yanları ya da çocukluğuna dair bölümler de okumak isterdim. Yazmanın olanakları biraz daha kullanılarak bu kısımlar çoğaltılabilirdi. En çok da Mazlum’un Bermal’i sayıkladığı düşünsel sorgulama anları buna uygundu diye düşünüyorum. Çünkü bu nitelikli kurgu, görmezden gelinen bir yerlere bakmayı sağlıyor. Orada daha fazla şey gösterilebilirdi.

 

Deniz Faruk Zeren’in öykülerinden aşina olduğumuz diyaloglar romanda da çok yerinde kurulmuş. Yine tasvirler, mekân anlatımları bazen sayfa boyu süren ama hiç kopmayan, akıp giden tek bir cümlede ifade edilmiş. Orhan Kemal, Yaşar Kemal gibi ustalardan aldığımız okuma lezzetini yaşatabilecek, kalemi geleceğe dönük isimlerden biri Deniz Faruk Zeren.

 

Kalemine umut bezeyen, kadın özgürlük mücadelesini hak ettiği biçimde dert edip, hayatın ortasından anlatan, ekolojik mücadeleyi demokrasi mücadelesinin ayrılmaz parçası olarak sunan; dostluğu, yoldaşlığı, ölüm de dahil uğrunda her şeyin göze alınabileceği bir şeylerin hala var olduğunu hatırlatan bir roman Ben Bermal.

ÖYKÜ: Guldexwin

  Öykü Guldexwin Umut Şener Zaman, kâh duran kâh deli gibi işleyen, zembereği kırık bir saatti.   Sabah alacasında evden çıktı Meryem. Yorgu...