1 Ekim 2024 Salı

ÖYKÜ: Guldexwin

 Guldexwin

Öykü

Guldexwin

Umut Şener

Zaman, kâh duran kâh deli gibi işleyen, zembereği kırık bir saatti.

 

Sabah alacasında evden çıktı Meryem. Yorgun adımlarla yeni bir güne başlıyordu. Ağarmaya başlayan göğe, hallaç vurmuş da dağılmış gibi duran bulutlara baktı. Kendine söz verip çıkmıştı evden, son kez yalnız döneceğim bu eve, ya da… Gece biraz yemek yapıp bırakmıştı çocuklar yesin diye. Ablaları vardı başlarında, içi rahattı. Onu, kardeşlerini de ablası büyütmemiş miydi? Buralarda çocukları analar doğurur, ablalar büyütürdü.

 

Cevizliğe kadar duraksız yürüdü, tanıdığı bir cevizin dibine oturdu. Sırtını yaslayınca o koca gövdenin yanında kendini küçücük hissetti. Azap içinde geçen günler bedenini küçültmüştü. İçindeki umut da küçücük kalmıştı. Ezik, yanık, yıkıktı. İlk başta kocamandı umudu. Bahara; yeniliği, dermanı, şifayı getirecek hayata güveniyordu. Toprak yumuşar, tohum çatlar, su gürler biliyordu. Mercan dağlarına güveniyordu o yüzden, başındaki bulutlara, ferah rüzgarlara da. Munzur’a güveniyordu. Sevdasına güveniyordu en çok. Onu eli böğründe koyup gitmeyeceğinden emin olduğu sevdaya.

 

Günler önceydi. Dağ yıkılıp da altında kaldığı haberini aldığından beri, nasıl olur diye kendine soruyordu. Çocukken onlara anlatılan Fırat masallarındaki gibi Munzur suyunu saklamıyor mu bu dağ? Masal gerçek oldu belki de suyu kimse korumuyor artık. Hızır’ın güvendiği dağ değil bu. Düzgün Babanın çatal boynuzlu keçilerinin gezdiği dağlar değil. O çocukken bu dağ yoktu ki zaten. Bunun yerinde, tam böyle görünen, başka bir dağ vardı. İnsan yaptı bunu, tabi yıkılır. Dağın yıkıldığını duyunca aklına ilk gelen ne Ferhat oldu ne de orada çalıştığını bildiği canlar. İnsan sevdiğine hiçbir kötülük gelsin istemez, kondurmaz. O da var. Ama son zamanlarda herkesin yüreğini ezen dert ilk aklına gelen oldu işte. Bir daha Munzur’dan su içemeyecek miydi? Maden açıldığından beri her şey ve herkes gitgide değişiyordu çünkü.

 

Konuşturmuyorlardı kimseyi. Göçükten biri çıkmış diye duyunca, rüzgâr sevinç olup esti vadide. Diğer kayıpları arayıp bulacakları yeri söyleyecekti o. Toprağın karnını makinalarla yırtıp çıkarıp vereceklerdi sevdiklerini. Arıyoruz. Çalışmalara devam ediyoruz. Sakin olun. Sessiz olun. Susun! Demir teller çektiler madenin çevresine. Dağ taş asker polis dolu. Buralara gelen yolları ta üç şehir öteye kadar kesmişler. Onlar da gidemiyorlar iki adım öteye. Yasak. Sebep? İyi de niye söylemiyorlar, kalkar mı bu dağ? Arıyorlar mı gerçekten? Hakikat dağın altında. İnsanın yüreğini bilmemekten, belirsizlikten daha çok ezen ne var ki… Vazgeçmedi Meryem. Sevdiğini, komşularını yutan o dev gibi yığınına ulaşmak için çare düşündü durmadan.

 

Doğaydı asıl hükmün sahibi. Onun emrince olurdu her şey, eskiden.

 

İlk cemre havaya düştü. Güneşin canlı cansız ne varsa hepsinin tenini ısıtmaya başladığı vakitler gelecekti artık. Heyhat! Gelemedi. Karmakarışık olmuş doğanın ruhu. Biri allak bullak etmiş onu da. Bir yanda daha cemre düşmeden bastırmaya başlayan sıcaklar. Bir yanda şimdiye çoktan açıp Van’a, Tebriz’e kadar bu dağları boydan boya lalezara çevirmesi gerekirken ortalıkta bile görünmeyen ters laleler. Tuhaf olan çok şey vardı. Onlar yolunda gitmeyen bir şey olunca doğaya sığınırlardı. Şimdi doğa kaçacak yer arıyordu. Doğayla didişen, ona hükmünü geçirmeye çalışan da vardı demek ki.

 

Maden ocağında zaman, göçük olduğu anda durdurulmuştu. Doğanın zamanı kendi emrince devam ediyordu. Onun yüreğindeki zamanınsa zembereği kırılmıştı. Aramayacak, çıkarmayacaklar mı yani? Oraya kadar gitmeye izin yok. Ama her gün çıkıp yürüyor yine de ocağa, yıkılan o zehirli dağa doğru. Yakınında olmak istiyor o göçüğün, canına en yakında.

 

İkinci cemre suya düştü. Kararlı, gidip içecek suyu. Canından bir parça suya karışıp gelmiştir. İçmeyin diyorlar. Ağzını gözelere dayayıp soluğun kesilene kadar içmek yok öyle mi? Avuçlamak, tumup içmek de yok öyle mi? Öyle bir yaşamı bilmez ki onlar.

 

Önceki hafta, suya cemre düştükten sonra vardı suyun kıyısına. Kana kana içti, Ferhat’ı hissetmek istedi zerrelerin ferahlığında. Onunla ferahladığı zamanlardaki baygın huzuru istedi. Dağlara baktı. Gün bitiyordu. Bir gün daha geçmişti durdurulan zamanla, nehir gibi akıp giden zamanın arasında. Şimdi canları yuttu mu o dağ? Vaz mı geçsin ummaktan? Dorukların lacivert ışıltıları gözünü aldı. Dağların içindeki cevher türkü söylüyordu “bu dağlar kömürdendir, geçen gün ömürdendir…” Bu toprakları var edenlerden, onunla var olanlardan emanet duygularına sahip çıkmaya çalıştı. Yüreğiyle bir olmuş renklerden, kokulardan ayrılmak ihtimali zoruna gidiyordu.

 

Toprağa cemre düşeceği gecenin akşamında karar verdi Meryem. Yüreğinden boşalan zemberek bırakmıyordu ki yarası kabuk tutsun. Kaybolan renklerden mürekkep kanı sızıyordu gözlerinden, sözlerinden. Isınmak istiyordu. Biliyordu eskisi gibi bir ateş artık hiçbir zaman yakmayacaktı bedenini. Ama bunca üşürken, hayattaki bütün isteklerinin adı ısınmak olmuştu. Doğaya, toprağa ana diyenlerin ondan başka kimsesi yok. Güvencesi yok. Sığınacağı yer yok… Topraktan isteyecekti sevdiğini. Başka kimseye diyemez, başka kimseden isteyemezdi. O ceberrut komutana mı desin, çok uzaklardan buralara el atıp cinayet işleyenlerden mi?

 

“Sen anasın. Kıyamazsın. Dayanamazsın evlatlarının feryadına. Çocukların böyle yetimliğine. Başka türlü gelse ölüm başımızla birlikte. Ama buna sen de dayanma, sen de razı olma” diyecekti dağa, taşa, toprağa. Başka türlü ölümü düşündü; rahat yatağında ölen yoktu ki. Havan topu mermisi olup saplanan, paramparça eden ölüm vardı. Süngü ucunda bebeleri bulan ölüm vardı. Ağaca bağlanıp yakılanı bir avuç kömür eden ölüm de. Vazgeçti, bunu söylemeyecekti.

 

Kalktı cevizin dibinden. Durup bakınca yıllardır tanıdığı ağaç da bir garip, mahsun göründü gözüne. Hızır cevizlerini hatırladı birden. Sobalı odalarda, baca deliğinin aşağısındaki kül kapağını çekince buldukları cevizler. Güz sonunda, Hızır’ın bacadan atsınlar diye kargaların gagasına bağlayıp yolladığı hediyeler. Onlar da yoktu artık. Kendi çocuklarına hiç ceviz getirmemişti Hızır. Onu da küstürmüştü, kimse, neyse bu sebep. Dumana belenesi sebep.

 

Kayalıklardan aşağıya doğru geniş ovaya baktı. Uzaktan Mutu görünüyor. Aşağıda Munzur, ileride ağlayan kayalar. Karşısı, yıkılıp kalmış dağ. Hınçla baktı. Toprağa diyeceklerini cevizin dibinde otururken yazmıştı aklına.

 

“Babam işini bulsun, gelsin karşıma dedi. Madene yazıldığının ertesi günü geldi beni istemeye. Anam ortalığı yıktı. Duymuştu bir yerlerden madencinin karısı dul, çocuğu yetimdir diye. Ben diretince verdi babam. Anam bizi gittiği yere sığan bir gelin olalım diye bol tembihle, duayla büyüttü. Yaptığın banaysa öğrendiğin kendine derdi. Sonra sonra anladım, yaptığın babana, öğrendiğin kocana demekmiş bu. Gitgide gerekmez oldu anamdan öğrendiklerim. Tarlalar bozuldu, hayvanlar azaldı. Bildiğimiz çoğu işi yapmaz olduk. Ekmeği kendimiz yapıyorduk, şimdi buğday ekecek tarla yok. Tarlaya verecek su yok. Yakılmaktan dermanı kesilen dağlarda odun yapacak ağaç yok.”

 

Kendiyle konuşa konuşa suyun kıyısına kadar gelmişti. Kırmızısı solmuş balıklar cansız yatıyordu. Kuş sesi de yoktu. Soluduğu hava, koyağın içinde daha çok yakıyordu genzini. Rahatlayamadı bir türlü. Eğildi içmeye. Ferahlamak için değil, ağulanmak için içecekti. Belki onu da alırdı toprak. Suyun aynasında kendine baktı. Şirket Elbistan’a göndermişti bir ara Ferhatları. Dönüşte getirdiği altın küpeler sallandı suyun dalgasında. Zihni bulandı suyla beraber, midesi bulandı.

 

Kalkıp yeniden kayalıklara vurdu kendini. Tepenin üstünde yeni yeni yeşeren otlar sallanıyordu rüzgarla. Aklı küpelerinde. Koskoca bir yitim var ortada. Toprak mı sebep, dağ mı? Var elbet bir sebep. Yavşak yavşak sırıtırken köpek dişleri ışıldayan göbekli bir adam geldi gözünün önüne. Kıçı çok kıymetli olanların oturduğu altından klozetin kapaklarını izlemişti bir keresinde de. İşte bunlar sebep. Ama sebebin karşına dikilecek kudretimiz kesik bizim diye düşündü. Gücü ancak kendi gibi olana yetenlerin, gitmeselerdi, yapmasalardı diye ahkam kesenlerin gamına teslim olsun o zaman Meryem de. Değil mi ki hayat kimin üstüne yıkılsa, kendi felaketinin sorumlusu o artık. Herkes kendi meçhulünün faili. Suça ortak o da işte. Küpeler de ortaklığının alameti.

 

Çekip atmak istedi küpeleri. Yapışmıştı adeta. Etine gömülüp, kaynamıştı oraya. Yüzük pek rağbet görmezdi buralarda, sürekli toprağın içindeki eller için hacet değildi. Ama küpe kıymetliydi. Birinin talibinin çıkıp çıkmadığını, gelinliğini, kadınlığını sessizce anlatırdı görene… Çoğu küpe takıldıktan sonra hiç çıkmazdı yerinden. Meryem de taktığından beri hiç çıkarmamıştı küpelerini. Kişnişli telkâri… Varlığına şükretmek gibi bir şeydi anlamı. Bunu düşününce iyice ezildi yüreği. İyice suçlandı, iyice kızdı kendine. Sanki o gömmüştü Ferhat’ı toprağa, o yıkmıştı melun dağı üstlerine. Bağıra bağıra ağlamaya başladı. Hırsla asıldı kulaklarına. Eti yırtılırken hissetmedi bir şey. Başını iki yana salladı, o suçtan kurtulduğuna iyice emin olmak için. Kulak memelerinden akan yeşil, mavi kan damlaları gözlerinin önünde uçuştu sağa sola. O zaman daha da çıldırdı. Avuçları, tırnakları kan içindeydi. Avcunda birledi küpeleri, yumruğunu sıktı. Taş sektirirken yaptığı gibi en uzağa doğru var gücüyle fırlattı.

 

Göğsünü açmak, nefes almak istedi. Affetmedi kendini, hak değildi ona nefes almak. Tırnaklarını geçirip koparmak istedi şah damarını, elleriyle boğmaya kalktı kendini. Açıp içine girmeye çalıştı toprağın. Yüzüne uzandı boylu boyunca. Toprak onu alsın diye gücü tükenene kadar süründü yüzünde. Otların titreştiği düzlüğe kadar varabildi. Kalbinden diline ulaşamasa da söylemeye devam ettiği “beni de al o zaman” duasıyla kalakaldı toprağın yüzünde.

 

Yaşlı kadın boynu bükük laleyi gördü. Kat kat yapraklarının bir yerinden her an bir katre kan damlayacakmış gibiydi çiçek. Kıpkırmızı. Kadının yüzü tıpkı şu her yerinden dilik dilik edilip yolunmuş, yaralanmış dağlara benziyordu. “Dün düştü toprağa cemre, zamanı tabii.” diye geçirdi içinden. Aynı anda yerde yatanın ayırdına vardı. Onu arıyorlardı dünden beri. “Çene çene, heey, buraya bakın.” Sağdan soldan geldiler sese. Yüzüstü, hem de iki büklümdü yerde yatan. Şalvarı, eteği toz toprak içindeydi. Bir kolu öne uzanmıştı. Tırnakları toprağa çivilenmişti. Bacağı da dizinden yukarı çekilip kalmıştı. Toprağın yüzüne tutunmaya çalıştığı besbelliydi.

 

Meryem’in kaybolduğunu duyunca önce dört bir yana dağılmışlardı. Berivanlar kişnişli telkâri küpelerini bulup getirince de bu civara yönelmişlerdi. Dağın yıkıldığı günden beri gitgide artan bir kaygının içinde kahrolmuş kafile, geldi durdu çağrıldıkları yerde. Yaşlı kadın, bu dünyayla alışverişinin bitip bitmediğini anlamak için yatanın üstüne eğilmişti. El etti, çevirdiler. Yarı aralık göz kapakları oğul veren bir kovanın bütün arıları soksa ancak bu kadar şişip morarırdı. Saçı başı darmadağındı. Kulak memeleri yırtıktı. Boğazı, gerdanı tırnak yarasıyla doluydu. Birisi bir kötülük etmiş, sonra da buraya yıkıp bırakmıştı. “Kim sebep oldu bu işe?” diye sordu herkes içinden. Sebebini kimse kimseye sormadı.

 

Ocakta zaman işlemiyordu. Doğa kendi bildiğinceydi. Meryem’in zamanı durmuştu.

 

*: ters lale, ağlayan gelin çiçeği, hüzün gülü

https://karnavaldergi.com/blog/guldexwin/

ÖYKÜ: Guldexwin

  Öykü Guldexwin Umut Şener Zaman, kâh duran kâh deli gibi işleyen, zembereği kırık bir saatti.   Sabah alacasında evden çıktı Meryem. Yorgu...