2 Eylül 2024 Pazartesi

İnceleme: YARA BENDE, Abdullah Ataşçı, roman

 https://www.k24kitap.org/yara-bende-masal-evreninde-bir-cagdas-roman-4783

Yara Bende:

Masal evreninde bir çağdaş roman

“Türküler, destanlar, ninniler ve ağıtlar bu romandaki mekânın sesleridir. Sesler dönemin sözlü tarih anlatısıdır ve yaşayanın bizzat tanık olduğu gerçek olaylardır.”

Abdullah Ataşçı’nın yazarlığını iki kelimeyle tanımlayın deseler masal ve müziktir diye cevap verilebilir. Tıpkı bir dengbejden dinler gibi ezgili masallar okuyoruz Ataşçı’nın yazdığı öykülerde, romanlarda. Her bir kelimenin sesini duyuyoruz. Yara Bende tüm bu özellikleri taşıyan, aynı zamanda da Ataşçı’nın edebiyatını en iyi temsil eden romanlardan biri.

İncelemeler, seçilen anlatım türü ve kullanılma biçimi, buna uygun geliştirilen içerik, metnin amacı ve hedefi/hedefleri, amaca ve hedefe ulaşmak için izlenen dil kullanımı, anlatma tekniklerinde yazarın yarattıkları ya da geliştirdikleri, sonuçta da tüm bunların işlevi ayrı ayrı metin içinde gözden geçirilerek tamamlanır. Kimi zaman bu başlıkların hepsini bulamadığımız metinlerle de karşılaşıyoruz. Yara Bende ise kaygılarımızı gideren bir kurguya sahip. İncelemenin hakkıyla yapılması için içermesi gereken her şeyi kapsıyor.

Usta bir hikâye anlatıcısının yaşadığı coğrafyanın her şeyini nasıl da büyük bir sevgiyle sahiplendiğini dinliyoruz okurken. Fakat hakikati öyle derinden kazıp bugünün hafızasına yerleştirmiş ki, okuma süreci bir süre sonra hiç de didaktik olmayan bir dille bizi bir keşif yolculuğuna çıkarıyor. Tam da bu yüzden Yara Bende’yi masalların anlattığı hakikatle incelemenin doğru olacağına karar verdik.

Edebiyat kuramında masallar, öncesinde mitler, sonrasında halk hikâyeleriyle birlikte, sanatsal metinlerin sembollerle aktarım biçimleri arasında yer alır. Bilimsel, teknik gelişmelerin de etkisiyle günümüz dünyasında gerçeklik hem çok sert hem de karmaşık bir okuma, anlama çabası gerektiriyor. Bu durum bugünün insanının kendini ifade etmesi ve yaşadıklarını anlaması için de bazı önemli güçlükleri beraberinde getiriyor. Bir yandan her şeyin bilindiği, açık ve ulaşılabilir olduğu düşüncesi gitgide hâkim olurken, diğer yandan olgular bağlamlarından giderek kopuyor; yavan, yüzeysel, sıradan bilgilere dönüşüyor.

Masalların gücü tam da burada kendini gösteriyor işte. Çünkü masal, derinlik ve sadelik özellikleri en belirgin sözlü/yazılı anlatım türüdür. Gerçeği, gerçeğin dışına çıkarak anlatır. Genel düzlemde insanın, özelde okurların ifade güçlüğü yaşamasına sebep olan dezavantajları masal yoluyla ortadan kaldırmak mümkündür.

Yazar Abdullah Ataşçı bu kitabı bize şu cümleyle imzalamıştı: “Gerçeğin zırhındaki o gizli masallara hep inanarak...” Zırhı delen, gizliyi aşikâr eden, hafızanın dehlizlerine itilmiş gerçekleri masal anlatarak masal olmaktan çıkaran bir anlatım için çok yerinde sözler… Yerini o kadar bulmuş ki, Yara Bende ile ilgili yazılan mesajlara, içeriklere bakınca da birçok okurun bu romanla ilgili düşüncelerinde masal kelimesinin/ kavramının geçtiğine tanık oluyoruz.

Bir metni incelerken öncelikle onun gerçekle bağlarını ortaya koymaya çalışırız. Masal bu bahiste en sihirli, en sınırsız alanların başında gelir. Bu bağlar hem vardır hem yoktur. En sonunda vardır. Hafızanın dehlizlerine itilmiş gerçekler en doğru masallarla, halk hikâyeleriyle ve daha geriye gidersek mitlerle anlatılmıştır. Halk hikâyeleri, mitler ayrıca da sözlü tarih anlatısıdır. Üstelik çoğu kez tarih ve özellikle yazılı tarih kaynakları egemenlerin tarihi olagelmiştir. Bu sebeple halkların gerçek tarihi olan alternatif tarih arayışlarında masallar, halk hikâyeleri ve mitler gerçekle doğru biçimde bağ kurmanın kapısını aralar. Egemen/resmî tarih yazımının aksine, hakikati çoğu kez masallarda, halk hikâyelerinde ve mitlerde buluruz. Masallar ve mitlerde hakikat apaçık ortada değildir; temsiliyetli tanrıların/masal kahramanlarının ve/veya gerçekdışı olayların alt metinlerinde, birçok hileli olay ve sözlerle örtülü halde anlatılır. Yazar Ataşçı’nın kitabında da bu örtük hakikatin izleriyle sık sık karşılaşıyoruz. “Ağbim, hakikatleri bozup onlara yeni şekiller vermekte ustadır her zaman.”[1]

Okul bilgisi ya da akademik bilgi fark etmeksizin, masalın tanımında gerçek ve gerçekdışı unsurlar yan yanadır ve bir bütünü ifade eder. Masalın teması mutlaka bir gerçeğe dayanır, kurguda gerçekle gerçekdışı unsurlar yan yana, kol kola yürür; örgü ve çatışmalarsa gerçekdışılıkla yaratılır. Abdullah Ataşçı edebiyattaki masal türüne de fazlasıyla hâkim olduğunu gösteriyor.

Bakhtin der ki, “Roman gelişmeyi sürdüren, yani henüz tamamlanmamış olan tek türdür. Romanı bir tür olarak tanımlayan güçler tam da gözümüzün önünde iş başındadır: Romanın bir tür olarak doğuşu ve gelişimi, yaşanmakta olan tarihsel dönemin aydınlığında gerçekleşir. Roman bir tür olarak çatısı katılaşmış olmaktan hâlâ uzaktır ve esnek olanaklarının tümünü kestirebilmemiz mümkün değildir.”[2] Başlarken iki kelimeyle yapmaya çalıştığımız tanım incelemeye bir sınır çizmek olarak değerlendirilebilir ve bu referansla çelişkili bulunabilir. Fakat ele aldığımız kavramlar güncellik ve esneklik özelliğini en iyi yansıtan iki sanattır aynı zamanda.

Alman hikâye anlatıcısı Egbert Gerrit’in dinleyiciyi hikâyeye katmak için kullandığı seslenişlerden çok iyi yararlanılmış. Bir yere kadar okur kendine hitap edildiğini düşünüyor. Öyle olmadığını anladığı zamansa bu durumu çoktan içselleştirmiş oluyor ve Hasan’ın oğluna söylediği her şeyi kendine söyleniyor kabulüyle okumaya devam ediyor.

Elazığ’da geçen roman, mekân edindiği toprakların ruhunu ve zengin kültürel mirasını taşıyor. Elazığ’ı hiç görmemiş biri bile mekâna ilişkin fikir edinebiliyor. Dünyanın kadim toprakları olan Mezopotamya’da yer alan Elazığ’ın bu romana mekân edilmesi, mitolojik öğelerin ve masal, halk hikâyesi öğelerinin anlatıya dahil edilmesini mümkün kılmış. Romanda bu konuda çok fazla örnek var. Bu yüzden öne çıkan ve akışta belirleyiciliği olanlarını seçmeye çalıştık. Örneklerdeki dolaylamaları Mezopotamya mitolojisindeki karşılıklarına bakarak ele alacağız.

Türküler, destanlar, ninniler ve ağıtlar romandaki mekânın sesleridir. Sesler dönemin sözlü tarih anlatısıdır ve yaşayanın bizzat tanık olduğu gerçek olaylardır. Yazar Hüseynik türküsüne değinir kitabında; adeta romanın fon müziğidir bu türkü. Hüseynik (Hussenig) daha önce şehir merkeziyken şimdi Elazığ’ın bir mahallesi olan Harput Kalesi’nin/şehrinin eteklerindeki bir köydür. 1894 tarihli bir nüfus sayımında Hüseynik köyünün 3.582 kişilik nüfusun 2.283’ünü Ermenilerin, 671’ini ise Müslümanların oluşturduğu belirtiliyor. Kitabın birçok yerinde, özellikle yan çatışmaların sunulduğu ayrıntılarda gördüğümüz şehrin sosyo-politik yapısının dayandığı gerçek buradadır.

1900’lerin başında Hüseynik (Hussenig). Fotoğraf: Amerikan Kongre Kütüphanesi Arşivi

Yazar Hüseynik türküsünü en güzel Enver Demirbağ’ın söylediğini ve mutlaka dinlemek gerektiğini söyler. Enver Demirbağ’ı dinlerken yazarın en sevdiği ozanın ayrıca Yara Bende adında bir uzun hava söylediğini görüp kitabına verdiği ismin tılsımını çözmek de bizim için heyecan verici bir keşif oldu. Baktığımız yerde Enver Demirbağ, Kazancı Bedih gibi ortak hafızanın değeri olan özel isimlere gereken değerin verilmemesine yönelik eleştiriyi de görüyoruz elbette.

Enver Demirbağ

“Tepe”, “Dere”, “Ekmek” adını taşıyan giriş bölümlerinde yazarın bizi davet ettiği dünyayla tanışıyoruz… “Gönül”, “Saik” ve “Veda” romanda çatışmaların sosyo-politik atmosferi içinde tırmandığı bölümler; pek çok hikâye burada gün yüzüne çıkıyor ve yüzleşme, hesaplaşma konularına dönüşüyor. Veda genellikle son bölümlere verilen bir isimdir. Romandaki veda ise yeni başlangıçlara diyalektik yöntemi de kullanan ustalıklı bir pencere açıyor. Çağdaş romanın toplumsallığını sağlayan temel bir unsur olan umut “Yol” başlığı ile sürdürülüyor. “Ağıt” yola devam etmek için yaşanması gereken yas sürecini ifade ediyor. “Kuyu” son bölüm; bilinir ki, suya söylenen her şey sırdır ve asla kaybolmaz.

“Tepe” başlıklı bölümde Harput’a 4 km uzaklıktaki Yumurta Tepesi’nden Elazığ’a bakarken Hazar Gölü’nün mavisi okurun gözlerini alıyor. Buradaki duygu kendini mavide temsil edilen ferahlık ve dinginliğe bırakma isteği. Yumurta Tepesi’ndeki alıç ağacının gölgesinde uzanıp gökyüzüne bakarken de çok belirgin bu duygu. Kaynaklarda Yumurta Tepesi’ndeki alıç ağacı, yörede çocuğu olmayan ya da olduktan sonra yaşamayan kadınların geldiği bir ziyaretgâh. Alevi-Bektaşi inancına ilişkin anlatımlarda da yine bir alıç ağacı sembolü olduğu ve daha çok kadınların doğurganlıkları üzerine dilekler dileyip mumlar yaktığı ifade ediliyor. Bölgede Hasan’ın annesinin bazılarını doğumdan önce, bazılarını ise sonrasında kaybettiği altı çocuğunun hikâyesi, bölgenin birçok insanının ortak hikâyesidir diyebiliriz.

Güçlü bir masal öğesi olan köpek, romanın başkarakteri Hasan’a ilk kez Yumurta Tepesi’nde ve şehre irinli bir yaraya bakar gibi baktığı esnada görünüyor. Hasan, Fırat’ın mavisini ve sonsuz uçurumlarını izlerken şehrin yarasını içinde hissediyor. Tam bu sırada ortaya çıkan köpek ona “Ötesi yok, gitme” diyor. Köpek Tanrı tarafından Hasan’a gönderilen bir ulak.

Tanrıça Gula ve köpeği. Fotoğraf: Wellcome Koleksiyonu

Mezopotamya mitlerinde köpek insana şifa veren bir figür. Babil ve Asur krallıklarında Şifa Tanrıçası Gula’nın yanında resmedilmiştir. Yunan mitinde Fırat Nehri’nin tanrısı Euphrotes’tir. Euphrotes yaşadığı pişmanlıktan duyduğu acıya dayanamaz ve kendini Fırat’a atar; sonra Fırat hep deli, coşkun ve hırçın akar. Bunu gören halk Fırat’ı dizginlemek için her sene bir erkek çocuğunu kurban olarak nehre atar. Euphrotes’in yaşamış olduğu pişmanlığın sebebi oğlunu öldürmesidir; halk ise Euphrotes’in acısı ve öfkesi dinsin diye yine oğullarını ölüme göndermektedir. On dört yaşındaki Hasan’ın tepeden aşağıya, Fırat’a bakarken karşılaştığı köpek ona bir koruyucu gibi yaklaşıyor.

Yukarıda anlattığımız tanrı Euphrotes mitinin devamı şöyledir: Aşmuşat’tan Elazığ/Palu’ya geçen Heybet Baba (bkz: Ermeni kaynaklarında Palu’da yaşamış ve ziyaretgâhı bulunan Hıristiyan-Ermeni evliyası Haybat Baba) bir tarafta ağlayan, diğer tarafta gülen insanlarla karşılaşır. Ağlayanlar oğullarını birazdan Fırat’a kurban verecek ailedir. Gülenlerse kurbandan sonra nehir o sene de taşmayacağı için iyi hasat alacaklarını düşünenlerdir. Haybat Baba bunu engellemek için oğullarını nehre kurban vermemelerini ve nehri sakinleştirmek için bir koç kurban etmelerini söyler. Burada kurtarıcının gönderdiği ulak Haybat Baba iken Hasan’a gönderilen ulak heybetli bir köpektir.

Ataşçı’nın “Tepe” ile başlayıp “Dere” ile devam eden anlatımında ise şehri ikiye bölen derede bir çocuğun boğularak öldüğü görülür. Ölen çocuğun annesi acı içinde ağıt yakmaktadır. O sırada annesi ve Kör Sabiha, (mahallede doğaüstü inançlara körü körüne bağlı ve bu inançların anlatıcılığını yapan komşu) Hasan’ı akıl sağlığı düzelsin diye Salı Baba Türbesi’ne götürmüştür. Tanrı’nın öfkesi dinsin diye kurban verilen oğullar mitini tekrar hatırlatıyor bize. Sonuçta bu nehir şehri ikiye bölüyor ve sadece coğrafi bir bölünmeyi değil, sosyo-politik bir bölünmeyi de işaret ediyor Ataşçı. Derede boğulan çocuk bir Çingene çocuğudur. Derenin doğusundaki mahallelerde yaşayan insanlar da hem ekonomik açıdan yoksuldurlar hem de sosyal açıdan farklı etnisitelere, kültürlere ve kimliklere sahiptirler. Bölgeye özgü bu mitolojik hikâyede inançlar, ritüeller, kimlikler zorla veya isteyerek değişse de, çok güçlü kültürel bağların ve aktarımı devam eden bir toplumsal hafızanın varlığı söz konusudur.

Yazar “Dere”den sonra “Ekmek” bölümüne geçtiğinde Hasan’ın babasıyla yakından tanışıyoruz, iç dünyasına giriyoruz masallarla… Baba sevdiği kadınla evleniyor; çocuklarının olmasını çok istemesine karşın isteği olmuyor. Altı kez doğan ve hepsi ölen çocuklarının ardından altı ay boyunca içine düştüğü yasını masalsı bir dille anlatan babayı dinliyoruz “Ekmek” bölümünde. Üstelik baba fırıncıdır, ekmek pişiren ve ihtiyacı olana ekmeği ücretsiz veren biridir. Bir gün Hazar Gölü’ne gider, göle bakan büyükçe bir kayaya oturur. Yüzünü kayaya dönerek acısını, kendi sesini ve yüzünü arar. Kayaya, “Beni bir taş da anlamayacaksa hiç kimse anlamasın; bu yüzden sana geldim” der ve konuşur. Kaya da dile gelir, “Anlat, sadece anlat” der.

Tam da burada Hazar Gölü’yle ilgili halk hikâyesiyle babanın hikâyesindeki benzerlikler oldukça etkileyici bir şekilde önümüze çıkıyor. Hikâye odur ki, bir gün bir kadın köye girer ve hamile olduğunu, ayrıca da çok aç olduğunu söyler, köylülerden ekmek ister. Köylüler durumunu umursamaz ve ona ekmek vermezler. Kadın, “Köyü su kaldırsın, ben de taş olayım” diye ah eder. Kadının ahı tutar ve o köy su altında kalır, kadın da taşa dönüşür. Su altında kalan köyün şimdiki Hazar Gölü olduğu ve gölün ortasındaki kocaman kayanın da bu kadın olduğu anlatılır. Kayaya baktığımızda hamile bir kadın siluetini görürüz. Gölün altında eski bir yerleşkenin olduğu ise arkeolojik araştırmalarla belgelenmiştir. Kayaya konuşan baba altı çocuğunu kaybettikten sonra duyduğu yasını bir kayaya anlatmış ve sadece bu kayanın anlayacağını düşünerek ona sığınmıştır. Kayanın da dinlemek istemesi eski bir halk hikâyesinin işlenip güncel bir masala dönüşmesiyle sonuçlanır. Tek sonuç bu yeniden üretim değil elbette. En ilgi çekici kısım baba karakterinin ekmek pişiren biri olarak yaratımı ve ekmeği ihtiyacı olana karşılıksız vermesidir. Anlatılan hikâyede bir bebeği dünyaya getirmek için acı çeken, çaresizce ekmek isteyen bir kadın varken, baba temsilinde ise defalarca çocuklarını kaybetmenin acısını yaşayan ve ekmek pişiren biri var. Birbirlerini anlamalarının sebebi ikisinin de evlat acısını bilmesi, kayanın onunla konuşmasının sebebi ise ekmeğini paylaşan biri olması. Baba kayayla konuşup içini döktükten sonra ferahlamış olarak evine dönüyor.

Ermeni katliamı, onun temsiliyetinde anlatılan köy yakmalar, boşaltmalar, infazlar, kayıplar, bulunan kemikler… Romandaki diğer hikâyelerden farklı olarak yakın tarihli hakikatle karşılaşıyoruz burada. Hasan’ın dedesi Hamo’nun en büyük sırrı ve herkesin bildiği bir gerçek olan Rihan ve Hamo’nun kızının hep hasretini çektikleri köy, bu romandaki en büyük masal. Aynı zamanda da en büyük parça. Kadınları, kızları sürgün edilmiş, erkekleri katledilip aileleri yok edilmiş Ermenilerin özellikle geçen yüzyılın başında Harput’ta ciddi bir varlığının olduğu biliniyor. Romanda da gerçeği bilenler olduğunu komşuların ve mahallelinin tavırlarından anlıyoruz. Gerçeğin açıklanmasından duyulan tedirginliği de hissediyoruz. Mahallenin kahvesinde açıkta duran Humeyni resimli gazeteler, Humeyni gibi uzatılan sakallar, Hamo Dede’nin cenazesindeki saflaşma, Hamo’nun ölümünden sonra mahalledeki değişim…

Abdullah Ataşçı

Diğer hikâyelerde yeniden üretilip yorumlanmış masallar varken, burada anlatılması istenmeyen, sakıncalı görülen bir gerçeğin masala dönüştürülerek hayata katıldığını görüyoruz. Hamo Dede’nin ve kızının köyleri üç dağın ardında, ormanın içinde saklı bir cennet olarak tasvir ediliyor. Ama o köyün var olduğunu sadece Hamo Dede ve kızı söylerken, bunların dışında mahalleli, ailesi, hatta köyüne gitmek için yola çıktıklarında onları engelleyen karakoldaki jandarma dahi o köyü inkâr ediyor. Herkes öyle bir köyün hiç olmadığında ısrar ediyor. Kızı köyünden alacağı bir avuç toprağı ölüm döşeğindeki babası Hamo’nun yanına bırakırsa huzurla ruhunu teslim edeceğini, Hamo Dede ise köyüne, Rihan’ın (mezarının) yanına gömülürse huzura kavuşacağını söylüyor. İkisinin de ait oldukları yerlere dair istekleriyerine getirilmiyor/getirilemiyor. Hamo Dede’nin ölümünden sonra bu köyün bir hayalden ibaret olduğunu söyleyen çoğunluğa rağmen hakikatin hafızalarında diri olduğunu ve o mekânın (köyün) varlığının inkârının hakikati değiştiremeyeceğini görüyoruz. Hamo Dede’nin yanına gömülmek istediği Rihan, Ermeni katliamından sonra ailesi tarafından köye bırakılan bir kız çocuğu. Hamo Dede’nin Rihan ile ilişkisi roman boyunca çözülemiyor. Yazar bunu çözmemizi istemiyor belli ki ve tekrar tekrar gerçeği büküp masalın ardındaki hakikatin zırhına saklıyor.

Hamo Dede ölüyor ama köyünde gömülü olan Rihan’ın yanına gömülmemesini adeta herkesten, olanı biteni inkâr eden mahalleliden intikam almaya çeviriyor. Ölümünden sonra mahallelinin uykularını bölüp rüyalarına girerek onları huzursuz ediyor, gerçeği hatırlatmaya böyle devam ediyor. Abdullah Ataşçı burada oldukça etkili bir masalsı anlatıyla bize bir gerçeği söylüyor: Hakikat hiçbir yere kaybolmaz. Öyle bir köyün var olduğu, yakılıp boşaltıldığı, Ermeni kızı Rihan’ın yaşadıkları, Hamo Dede’nin mezarından onu çıkartıp başka yere gömmek için kazdıklarında buldukları başka faili ve kimliği meçhul kemikler hakikattir. Romanın kurgusunda masal türünün farklı biçimlerde kullanıldığının en güçlü örneğini de bu hikâye oluşturuyor. Gerçekle masal yer değiştiriyor ve hakikat böylece hafızanın bir parçası haline getiriliyor.

Doğallıkla kullanılan yerel dil sayesinde her bir kelimenin, cümlenin hem kurgu hem de işaret ettiği gerçek yanıyla oraya has ve oraya ait olduğu açıkça anlaşılıyor. Romanında kullandığı karakterlerin isimlerinden Zerteriç’in eski bir Ermeni köyünün ismi olduğu ve sonrasında değiştirilip adının Değirmenönü olması veya Hırhirik isminin de yine eski bir Ermeni köyünden geldiği ve isminin yine değiştirilip şimdi Gümüşkavak olması gibi...

Yer yer mizahın bile işin içine girdiği bir ağıt…

Son yıllarda edinilmiş bir kötü yazma alışkanlığı olarak hikâyeler, masallar kurgunun içine basitçe dahil ediliyor ve akış bu yolla sağlanıyor. Yaratıcılıktan, kurgu yapmaktan uzak metinler bunlar. Teknik olarak bir sorun olarak görülmese de, içeriği zayıf ya da “sesini duyamadığımız” metinler aynı zamanda. Ataşçı’yı çağdaşlarından ayıran en önemli özelliklerden biri bu noktada kendini gösteriyor. Ermenice, Kürtçe ya da Türkçe; duyduğumuz her ses için teşekkürle…

 

NOTLAR

[1] Abdullah Ataşçı, Yara Bende, Everest Yayınları, 2018, s. 100.

[2] Mikhail Bakhtin, Karnavaldan Romana, çev. Cem Soydemir, Ayrıntı Yayınevi, İstanbul, 2020, s. 164.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÖYKÜ: Guldexwin

  Öykü Guldexwin Umut Şener Zaman, kâh duran kâh deli gibi işleyen, zembereği kırık bir saatti.   Sabah alacasında evden çıktı Meryem. Yorgu...