26 Haziran 2024 Çarşamba

Söyleşi: Mansur Ayık'la yeni romanı Hiç Kimse'den yola çıkıp edebiyatı ve hayatı konuştuk...


https://www.edebiyathaber.net/mansur-ayik-toplumsal-curumeye-karsi-bir-yuzlesme-romani-yazmak-istedim/

Mansur Ayık: “Toplumsal çürümeye karşı bir yüzleşme romanı yazmak istedim.”

Haziran 22, 2024

Söyleşi: Umut Şener

Mansur Ayık’ın son romanı Hiç Kimse geçtiğimiz günlerde okuyucuyla buluştu. Hiç Kimse yakın dönem memleket hallerine dair çarpıcı bir panorama sunuyor. Yazarla son romanı üzerine konuştuk.

Merhaba. “Buluşma”dan sonra yine bir romanla, “Hiç Kimse” ile edebiyat sahasındasınız. Kutluyorum. Yurtdışında yaşayan Türkiyeli bir yazar olarak ciddi bir okur kitleniz var aslında. Bunu okurla yüzyüze gelme imkânınız çok kısıtlı olduğu halde ve sosyal medya başta olmak üzere edebiyat platformlarının, kitle iletişim araç ve yöntemlerinin sizden pek de haberdar olmadığı, söz etmediği koşullarda başardınız. Kendinizi tanıtır mısınız? Bence bu girişin üstüne merak edenler olacaktır.

Merhaba. Öncellikle teşekkür ederim. 1972 İstanbul doğumluyum ama aslen Dersimliyim. Politik faaliyet oldukça uzun sayılabilecek bir süre hayatımın merkezinde oldu. Hatta diyebilirim ki düzen hayatı diye vurguladığımız dünya ile gerçek anlamda 32 yaşından sonra tanıştım. Sonrasında bir okul bitirip uzun yıllar pedagog olarak farklı kurumlarda çalıştım. Politik duyarlılığım devam etti ama bunun yanında tiyatro oyunları, şiirler ve kısa hikayeler yazmaya başladım. Ta ki bir gün kafamda yıllardır taşıdığım o hikâyeyi yani “Buluşma”yı yazana dek. Ek olarak 25 yıldır Viyana’da yaşıyor ve bir sosyal projede çalışıyorum.

İki roman arasında geçen süreçten biraz bahseder misiniz? Ne kadar sürdü? Yeni romanın temasına ve konusuna karar vermenizde neler belirleyici oldu? Bildiğim kadarıyla “Buluşma” iyi denecek bir sayıda basılmıştı ve tamamı tükendi. Yukarıda söz ettiğim dezavantajlı durumu (yurt dışında olmak) tersine çeviren ve sizi okurla buluşturan ne oldu?

İki roman arasında geçen süre yaklaşık 4 yıl.  Evet, “Buluşma” beklenenden fazla okundu. Ama bunu ben başardım dersem doğru ifade etmiş olmam. Sonuçta ilk romanımdı ve dediğin gibi kimsenin tanımadığı uzun yıllardır uzakta olan biriydim. Fakat eski mücadele döneminden arkadaşlarım romanı okuduktan sonra hakkında yazmaya başladıkça bir anda “Buluşma” çok konuşulur oldu. Sanırım otuzun üzerinde uzun değerlendirme yazısı çıktı “Buluşma” hakkında. Aslında bu çok anlaşılır bir şey; aynı hikâyeden, aynı yollardan, aynı yaralardan gelenler bu yolculukta kendiyle de buluştu.  Diğer taraftan, doğal olarak, bana en çok sorulan soru “bir sonraki roman ne zaman” oldu. Hep aynı cevabı verdim, yazarlık benim mesleğim değil. O yüzden kendime hiç yazar demedim, mümkün mertebe dedirtmedim. Ben bu zorlu süreçte kulaklara hikâye fısıldamaya çalışıyorum. Hem kendim için bir direniş yolu bu, hem de bu fırtınada ufak da olsa satırlarla bir izdüşüm bırakma çabası. Uzatmayım üçüncü yılın sonunda “Hiç Kimse” zihnimde dolaşmaya başladı. Ben hep suyun kaynama noktasına benzetirim kaleme düşmesini, o vakit geldiğinde yani bundan yaklaşık 11 ay önce tekrar bir köşeye çekilip yazmaya başladım.

“Hiç Kimse” yi neden yazdınız? Ne anlattınız? Bu romanın dert edindiği sorun ya da sorunlar neler?

Bunun cevabı oldukça uzun aslında. Çünkü benim kişisel yolculuğumla bağlantılı. Ben hep derdi olan hikayeleri, derdi olan çalışmaları, derdi olan insanları sevdim. Eksiklikleri, yanlışlıkları ve yetmezliklerine rağmen. Popüler, pragmatist ve samimiyetten uzak her şey itici geldi hep. Ben samimiyetin tüm kapıların anahtarı olduğuna inandım hayat yolculuğunun bir evresinde.  Bu yanıyla zaten “Buluşma” buna paralel bir iç hesaplaşma hikayesiydi. Zorlu bir yolda sol binlerce arkadaşını toprağa verdi. Hayatta kalanlar ise ağır bedeller ödedi. Dönüp baktığımda birebir tanıdığım birçok arkadaşım hayatını kaybetti. Hepsi çok büyük ve güzel bir yüreğe sahip insanlardı ve ömürlerini feda ettiler. 

Özellikle solun güç kaybetmeye başlamasıyla birlikte ve sosyal medyanın da herkese konforlu-risksiz bir kimlik hediye etmesiyle; her kulvarda sol, dalga geçilen, aşağılanan ya da karikatürize edilen bir hedef tahtasına dönüştü. Ömründe tırnağını feda etmeyecek tonla şovmen- geveze o alanlarda her gün asabımı bozan binlerce paylaşımı gözüme soktu. “Buluşma” buna tepki olarak doğan geçmişe ve arkadaşlarımıza bir vefa bağlılık- hikayesiydi. Baki Altın’ın önsözde yazdığı gibi 1980- 2000 arasında olan bir yolculuktu. Oysa bir de bugün vardı. İşte “Hiç Kimse” 2000-2023 arası o şiddetli savrulma ve çözülme sürecine dair bir hikâye. Zor zamanlar yaşadık, bizden öncekiler 70’leri, 80’leri, bizler ise 90’ları. Kişisel gözlemim hiçbir süreçte bu kadar ağır bir umutsuzluk, ideolojik anlamda eksen kayması ve ufuk daralması yaşanmadı. O yüzden bu geçici yenilgi döneminde insanın kendi savrulmasına ve yüzleşmesine dair bir roman “Hiç Kimse”. Tabi bir de toplumsal hayata ve insanlara bir bakış var… Beni susturmazsan bu konuda bir saat devam ederim “Hiç Kimse” bu söyleşiyi okumaz.

Lütfen devam edin, özlenen bir samimiyet var sözlerinizde, kendini okutur eminim. Neyse… Konuya döneyim. İlk romanda oluşturduğunuz ve ikinci romana taşıdığınız ne tür edebiyat öğeleri ve yaratımdan söz edilebilir? Yeni romanda, sizin yazma evreniniz açısından yeni olan neler var?

Demin samimiyetten bahsetmiştim. O yüzden diplomatik bir cevap değil içimdekini söyleyeceğim. Ben kendime edebiyatçı demem-diyemem. Bolca okuyan ve bazen şiirle bazen satırlarla kendini ifade etmeye çalışan biriyim. Ama iki romana dair en azından şunu söyleyeyim: “Buluşma” örgütlü yaşamdan gelen ve bunun bedelini ödeyen insanların bir iç hesaplaşma hikayesiydi. Hatta bu yüzden romanı basmadan önce hala örgütlü mücadelede bulunan eski dostlarıma gidip helallik istemiştim. Buradan da tekrar teşekkür edeyim okudular, ilgilendiler ve fikirlerini ilettiler. Şuraya geleceğim, “Buluşma”dan sonra çok iyi bildiğim bir alandan çıkıp yıllarca kırık aynadan izlediğim bir dünyayı yazmaya çalıştım. Başka karakterler, başka yaralar, en önemlisi çok başka bir yerden başka bir jargonla. O yüzden edebiyat anlamında değil ama dil ve duruş anlamında farklı bir dünyayı anlatmaya çalışıyor ikinci roman.

Edebiyatın giderek ticari bir faaliyete dönüştüğü, edebiyat başlığı altında yapılan birçok işin de edebiyat dışında her şeyin tartışıldığı zeminler haline gelmeye yüz tuttuğu bir sürecin içindeyiz hep birlikte. Yakın zamana kadar yazanlar, çalışmaları bir kitap haline geldiğinde bunu “okurun huzurunda olmak” biçiminde ifade ederlerdi. Fakat artık “okura emanet” söylemi ile daha sık karşılaşıyoruz. Kuşkusuz ikisi farklı bakış açılarının ürünü söylemler. Sizin tercihiniz hangisi? Sorumluluk sizde mi, okura mı bırakırsınız?

Bu konuda ben de süreci bazen üzülerek takip ediyorum. Geçenlerde bir yazarla oturup konuştuğumda cidden dehşete düşmüş ve şiddetli tepki vermemek için kendime iç terapi yapmak zorunda kalmıştım. Çünkü açık ve net bir biçimde, tek derdi yaşanan acılardan nemalanıp bunun üzerinden para kazanmak ve şöhret olmaktı. Derdi olanı severim demiştim ama tek derdi kendi olan sanırım en nefret ettiğim tiplemeler. Bu da uzun ve çokça üzerine konuşulabilecek bir konu ama ben soruna geçeyim.

Eskiden olsa kesinlikle ikisinden birini seçer ve orada inatla dururdum. Artık her konuda mutlaklık tavrını çok doğru bulmuyorum. Elbette mutlak bir tarafta duruşumuz gibi konular değil kastım. Ben ikinci söyleme daha yakınım ama ilkini savunanı da anlarım. Benim açımdan benim kendi yazdığım romana dair son sözüm romandaki son cümledir. Gerisi okurun algısı, beğenisi, eleştirisi, onayı ve reddidir. Ki “Buluşma” genel anlamda beğenilse de eleştirel yorumlar da geldi ve çoğundan pek çok şey öğrenmeye çalıştım.

“Hiç Kimse” nin başkarakteri Yaman da bir yazar. Yazma yolculuğu içinde zirveyi ve dibi gördüğü dönemler var. Bu dönemlerin dinamiklerine bakınca toplumsal ve -bireysel diyemeyeceğim- kişisel konuların işlenmesinin belirleyici olduğu görülüyor. Bu yanıyla edebiyatın hayata karşı sorumluluğunu ve yazarın aydın misyonunu taşıması gerektiğini vurgulayan bir eleştiri okudum ben romanınızda. Tam olarak eleştirdiğiniz nedir?

Romandaki yazar Yaman esasen çok yetenekli, dediğin gibi zirveyi görmüş biri. Yaman’ın nezdinde bugüne dair genel bir eleştirim var. Yaman samimiyetini kaybetmiş yeteneği ile herkesi manipüle eden ve kendine ihanet etmiş biri. Bence bugünün yaygın hastalığı bu durum. Mesele benim açımdan aydın eleştirisi değil bu uzun konu ama Türkiye’de aydın tanımı bence sıkıntılı. Benim burada denediğim kişisel ve toplumsal bir eleştiri. Daha dün sosyal medyada, her türlü rezilliğe bulaşmış birinin havalı bir profil fotosunun altına destansı devrimci cümleler yazdığını gördüm. Ve bunlar artık tekil örnekler değil. Romanı ilk okuyanlardan eski bir arkadaşım aradı, o şimdilerde bir patron. Ve dedi ki “bana iyi gelmedi, satırlarda kendi gerçeğimi gördüm”. Bence sevindirici, çünkü o arkadaş esasen iyi biri ve kendine dönüş yolunu bulmalı. Gerçekten kopuş, kendine yabancılaşma ve bunu perdeleyerek oynama çabası herkesi toptan çürütüyor. O yüzden bir yüzleşme denemesi “Hiç Kimse”, tabi hala samimiyetle direnmek isteyenler için.

“Buluşma”daki karakterlerin benzeri yüzlerce insan Avrupa’da yaşıyor. Ben de ilk romanınızın Avrupa’da yaşayan ve siyasi bir geçmişi olan bir yazar olarak daha çok oraya hitap ettiğini düşünüyorum. Avrupa’da göçmen Türkiyeli sayısı oldukça fazla. Ortalama bir politik bilince sahip olduğunu düşündüğüm bu kitle açısından okunurluğunuz ne durumda? Onların dikkatini çeken yanlar neler oldu? Nostalji mi, bugünkü sorunların kaynakları mı, özeleştiri mi? Sorunların, olayların Türkiye gerçeği ile bağlarını ne derece görebildiler, gösterebildiniz?

Bu soruya cevap vermeden bir şey söyleyeceğim, bu söyleşi işi zormuş, yoruldum biraz. İlk tespitine katılmıyorum, çünkü ülkede veya yurtdışında yaşayan yolu mücadeleden geçmiş herkese dair esasen. Okunurluk dediğim gibi hakkında yazılar çıktıkça talep arttı ve bu yolla oluştu. Ki bu bugün net şekilde kendini belli ediyor. “Buluşma”yı ben okura ulaştırmaya çalışırken, bugün okur bana romanı ulaştırmam için kısmi baskı yapıyor. Öyle ki roman bana ulaşalı sadece 2 hafta oldu ama neredeyse tükendi. “Buluşma”nın tükenmesi 2 ayı bulmuştu.

Diğer konu için, en baştan sunu söyleyeyim, beni “Buluşma”yı yazdığıma pişman ettiler Bilirsin bizim insanlarımız konuşmayı ve anlatmayı sever. Bu yanıyla Almanya’ya gittiğimde neredeyse saatlerce tek tek her karşılaştığım kişinin tüm devrimci geçmişini, hikayesini bir de sürece eleştirilerini dinledim. Romanı yazmasam dinlemezdim ama dinlemesem “roman yazmış havaya girmiş” kişi olacaktım. Bir de ülkede değil ama yurtdışında katıldığım söyleşiler sanki bir anda parti kongrelerine dönüştü. Ülkedeki insanlar gayet ağırbaşlı, gerçekliğin farkındayken, yurtdışında bana önündeki biraları tüketen bir abi “madem bu kitabı yazdın söyle bakayım, ne olacak bu devrimci örgütlerin durumu?” diye sordu. Ben doğal olarak bir yorumda bulunmadım haddimi aşan bu duruma. Ama galiba gerek de yoktu. Salonun yüzde yetmişi bu konuda konuşurken kendinden geçti. Durdurabilmek için sonunda istemeden de olsa sert bir çıkış yapmak zorunda bıraktılar.

Ciddi cevap ise şu: Elbette her okuyan bugün durduğu yere göre tepkiler verip ona göre karakterleri sevdi veya sevmedi. Hala derdi olanlar bazen ağladı çokça sorguladı. Ufak bir kesim de gereksiz başımı şişirdi… Yani işin sadece nostalji boyutuyla ilgiliydiler.

Kaç soru daha var?

Az kaldı ama önemli sorular. Sormazsam çatlarım. “Hiç Kimse”de beni en çok etkileyen ayrıntıların başında, sonuçları açısından devasa bir sorun olarak devam eden 6 Şubat depremleri geliyor. Türkiye’de bile deprem doğru anlaşılmadı, anlatılmadı. Avrupa’da bunun doğru analiz edilebileceğini düşünmüyorum. Yardım ve dayanışma gibi birbirinden ideolojik olarak tamamen ayrı iki kavram, ne idüğü belirsiz bir yardım kavramının içinde harmanlandı. Vicdani bir rahatlama yaratıldı ve bitti. Diğer yandan anlatmayı dert etmiş olmanızı, yirmi yıllık bir süreci bugüne bağlarken, bağlamı bu can yakıcı toplumsal sorunla kurmanızı çok değerli buluyorum. Onlarca konu varken neden depremi seçtiniz?

Depremi satırlara taşımamın iki nedeni vardı. İlki bende uyandırdığı dehşetle ilgiydi. Günler geçmiş insanların anneleri, kardeşleri, çocukları göçük altındayken ve kurtarma ekipleri, araçları hala onlara ulaşmamışken yaşadıkları o devasa çaresizlik ama bir de beni şaşırtan tepkisizlikleri. Televizyondan takip ederken herkes gibi bende de izler bıraktı. Tam da burada ikinci neden canlı yayında tanık olduğum bir durumdu. Enkazın önünde canlı yayın yapan kadın muhabir genç bir kıza uzattı mikrofonu. Kız günlerdir ailem enkaz altında yardım gelmiyor dediğinde muhabir kızın sözü bitmeden hızla yanından uzaklaştı. İktidar korkusu, vicdanı, merhameti unutacak, ufak bir çığlığı bile duyamayacak kadar büyüktü. O yüzden de belki “normal” bir ülkede 300- 500 kişinin yaşamını yitireceği bir depremde yüzbinlerin yaşam hakkını çaldı vahşi kapitalizm. Ve bizler ne yazık ki bunu yine ancak sadece sosyal medyadan eleştirebildik.

Depremi herhangi bir aydın bakışı ile değil, ki zaten bu tanımı sıkıntılı bulduğumu söylemiştim, vicdanı kanayan, o kızı unutmayan, o binlerce insanın çalınan yaşamından kaynaklı öfkeli bir insan olarak satırlara taşıdım. Ha bir de tabii insan bilir ama kendi gerçeği ile yüzleşmez genelde. Ancak ağır bir kayıp ya da bir deprem onu en azından bir süre masum hale getirebilir. Bilirsin masumiyet artık karşılaşıldığında sevinilen bir şey haline geldi. Tıpkı “Hiç Kimse”deki Adnan gibi.

Türkiyeli okurlarla buluşabilmeniz için neler yapılabilir? Kitaba – “Hiç Kimse”ye- nasıl ulaşılır?

Yani bu benim için cevaplaması zor bir soru. Uzun yıllardır ülkeden uzağım, bunun ilk 12 yılı ülkeye hiç gelemedim. Haliyle tanıtım anlamında gerekli bağlantılarım yok. Ayrıca asıl mesleğim ve bazı sorumluluklarım dahilinde öyle uzunca zamanım da yok. Elimde sosyal medya olarak sadece facebook var. İnstagram aç dediler roman için, hatta sen de dedin, ama ben facebook ile bile zor baş ediyorum. Romanı okuyup yazanlar, soranlar ya da farklı bir konuda yazanlara bile kısaca cevap vermek zorundayım. Çünkü yaş ilerledikçe ve sosyal medya ile ilgili bıkkınlarımla birlikte, neredeyse zaten çok az kullanır olmuştum, öyleyim. Romandan kaynaklı tekrar biraz aktifim ama açıkçası yorucu oluyor. Diyebileceğim tek şey ilk romandaki gibi okurlardan roman hakkında değerlendirmeler gelirse yeni insanlara ulaşmak mümkün olabilir. Ama son cümle olarak romanı bin kişi de okusa 10 bin kişi de okusa, benim asıl derdim ulaşabildiğim herkesin kulağına satırlarla fısıldamak; Vazgeçmeyin ve direnin.

Eklemek istediğiniz bir şey/ler var mı? Varsa buyurun.

Yok hem yoruldum, hem de işe geç kaldım. Söyleşi için sağ ol, hem sorular güzeldi, hem de seninle sohbet keyifliydi. Herkese selamlar.

edebiyathaber.net (22 Haziran 2024)

3 Haziran 2024 Pazartesi

Aydın(lık)lar geçti buralardan, Balaban geçti…

https://bianet.org/yazi/aydinliklar-gecti-buralardan-balaban-gecti-296065

Aydın(lık)lar geçti buralardan, Balaban geçti…

Haziran geldi ya şimdi, günler peş peşe sıralanacak andıklarımızın adını alarak. “Daha var, dokuzunda anacağız Balaban’ı” diyenler olabilir. Dayanışmayı hayatının merkezine koyarak halkının ozanı, yazanı, çizeni olanları anarken böyle anlatmayı daha uygun buldum söylemek istediklerime.
Görseli Büyüt
Aydın(lık)lar geçti buralardan, Balaban geçti…
*İbrahim Balaban (Fotoğraf: Kadir İncesu)

19 Mayıs 2024 Pazar

İNCELEME: "REVAN", Abdullah Aren Çelik




https://karnavaldergi.com/blog/insanin-yurdu-sevdiklerinin-kalbidir/


“İnsanın Yurdu Sevdiklerinin Kalbidir”

Umut Şener

İncelenen kitap: “Revan”, Abdullah Aren Çelik,

Everest Yayınları, Aralık-2023, Roman, 207 sayfa

“… yol yürüyüş öğretir” der Gülten Akın.[i]

 

Brezilyalı filozof Paulo Freire “yürüyerek, oluruz.” der.[ii]

 

Abdullah Aren Çelik de “Önce kendine yandı, sonra kendine döndü, sonunda içinde eski zamanlardan kalan cerahati akıtıp kendi oldu.”[iii] diyor Revan’da.

 

Adı üstünde yola revan olmayı, bir yolculuğu anlatıyor bu roman. Yolcularsa, Yaşar Kemal’in Kürtlerin Homeros’u dediği dengbej Evdale Zeynike ve Türkmenlerin isyankâr ozanı Dadaloğlu. İsimler büyük olunca yol da yolculuk da yolcu da büyüyor.

 

Yol hikayesi anlatmak zordur. 80 Günde Devri Alem[iv] gibi klasik örneklerden biliriz. Hatta başkarakterlerden Evdal’i anlatan “Abdal’ın Bir Günü”[v] de bir yol hikayesidir. Fakat orada bir günlük bir hikâyeye tanık oluruz. İster bir gün ister seksen gün, isterse buradaki gibi yıllar sürsün; her yolculukta dostluk, sevda, risk, tehlike, varlık, yokluk, kötülük ve iyilik vardır. Dahası her yolculuğun bir amacı vardır ve sıklıkla – varılır ya da varılmaz- sonuçtan bağımsız bir hikâye vardır. Değerli olan, değer yaratan yolun, yolda olmanın kendisidir.  Bu yanıyla Revan aynı zamanda sözlü tarih-hafıza aktarımı ya da bir aşk hikayesi olarak da okunabilir pekâlâ. Yazar okura bu alanı da açmıştır.

 

Karakterleri ve olayları, yazmanın diğer unsur ve olanaklarını da kullanarak, yol boyunca taşımak ustalık ister. A.A.Çelik’in romanında işte bu ustalığı da görebiliyoruz. Kullandığım “usta” sıfatının altının dolması için, hemen burada A.A.Çelik’in yarattığı edebiyata kısaca değinmek istiyorum.

 

Büyük Geçit (2009) adlı şiir kitabının ardından İlerde Hep Yalnız (2016), Kandan Adam (2018), Yediler Teknesi (2021) romanlarını yazdı. Revan yazarın son romanıdır. Kurgu ve kurgu unsurları açısından birbirine referans sunan ilk üç romanın aksine bambaşka bir kurgusu vardır. Fakat, ilk üç romanda gördüğümüz yazma evreninin yani işin mutfakta geçen kısmının Revan’da rehabilite olduğunu, yazara özgü bazı niteliklerin geliştiğini ve birçoğunun da yerli yerini bulmuş bir yazma faaliyetine dönüştüğünü de görürüz. Bu koşullarda bir ustalaşmadan söz etmek elbette mümkündür.


 

Başlarken söylediğimiz gibi bu romanda başkarakter değil, başkarakterler var. Yazar iki başkarakteri olan bir kurgu yaratarak bir zorluğu göze almış. Üstelik bunu bir hafıza çalışması olarak adlandırmak hiç de abartılı olmaz. Yazarın kurguyu oluşturduğu süreçteki hazırlığının iyi bir hazırlık olduğunun da göstergesi aynı zamanda.

 

Diğer karakterleri de ekleyerek Freudyen bir analiz yapmak da mümkün. Fakat, insanın içine doğduğu doğanın parçası ve toplumun ürünü olduğu tezi bu romanda oldukça belirgin. O sebeple, ben de tezleri daha çoğul ve toplumsal olan düşünsel çalışmaları ölçü almayı tercih ettim. İncelemenin devamında tercihimi somutladığım karşılaştırma ve benzerlik örnekleri bulunmaktadır.

 

İki bölümü ayıran, birinci ve ikinci kitap arasına bir eşittir koyup eşitliğin iki tarafına bakalım biraz. Birinci kitapta ağırlık Dadaloğlu, ikinci kitapta Evdal’dir. Dadaloğlu’nun kayıt altına alınmış sözleri vardır, ulaşılabilir kaynaklardır. Fakat Evdal için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Kürt halkına yönelik “inkâr, imha, asimilasyon” olarak özetleyebileceğimiz politika ve dil üzerinden sürdürülen yok sayma pratiği belirleyicidir.

 

İşte burada Dadaloğlu’nun şiirlerine karşılık, Dengbej söylencelerinde Evdal’in sesinde hayat bulan “Xece ile Siyabend” gibi hikayelere ayrıntılı biçimde yer verilmiştir. Dadaloğlu’nun sazı, Evdal’in kavalı vardır. Evdal’e eklenen turna motifi karakterin görünürlüğünü büyütmüştür. Yine Dadaloğlu’na söyletilen “halkının ozanı ol” söylemi, Evdal’de hayatın içinde karşılık bulan ve yorumlanan cümlelerle yeniden üretilmiştir. Evdal, Dadaloğlu’nun hikayesine ilk kitabın dördüncü bölümünde katılır. İkinci kitabın dördüncü bölümündeyse Dadaloğlu, Evdal’in hikayesine dahil olur. Hatta birbirleri için anahtar işlevi gören bir var oluştur bu katılımlar. Her ikisi de birbirinin “çare”sidir.

 

Romanın bütünündeki mühendisliğe bakınca, iki baş karakterli bir metin oluşturma zorluğunun üstesinden gelindiğini yani dengenin iyi kurulduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.

 

Aynı dengenin karakterler arasındaki ilişkilerde de eşitliğin kurulduğu iletişimler olarak ortaya çıktığını görürüz. Zaman zaman tek bir açıdan kurulan eşitlik, bazen de birkaç açıyı içerir. Eylemde, duyguda, statüde ya da sorunda eşitlik…

 

“Ali Bey pusu kurmayı, hayvan izi sürmeyi, günlerce avını takip etmeyi, kurduğu pusuda saatlerce yemeden içmeden durmayı bilirdi. Lakin iş ok atmaya gelince durum değişiyordu, obanın en iyi kemankeşi Buğra’ydı. Av esnasında bütün hayvanları kalbinin ortasına nişan alarak yere indirir, can çekişmelerine izin vermezdi. İki avcıyı birbirine yalaştıran da, dost kılan da bu özellikleriydi.”[vi]

 

Yine Evdal ve oğlu (evlatlığı) Temo arasındaki ilişki de böyledir. Temo “Saflığı öyle derindi ki, masum duruşu ve bakışları insanı merhamet sathına çekecek kadar etkileyiciydi.” [vii] diye tarif ediliyor. Temo aynı zamanda Evdal’in tutunacak dalı, onun yerine gören gözüdür.

 

*

 

Romanda, savaş kavramı üzerinden sunulan çatışma da içsel ve dışsal olgular olarak iki yönlü ilerliyor. Birincisi anlatılan dönemdeki savaş, ikincisi ozanların kendi aralarında ve her birinin ayrı ayrı kendi içinde yaşadığı savaştır.  Dönem, dünyanın ilk büyük paylaşım savaşına doğru hızla sürüklendiği dönemdir. Çok uluslu devletler yıkılmakta, ulusal bağımsızlık hareketleri imparatorlukları parçalamaktadır. Bir yanda iç dinamiklerinin olgunlaşması sonucunda kapitalizme geçen ulus-devletler, bir yanda kapitalizmle de uzlaşmaz çelişkiler taşıyan halklar vardır. Egemen ulus-devletler, o güne kadar birleşik devletlerin içinde yer alan halklara karşı savaşmaktadır. Osmanlı’nın, hükmettiği halklardan kurduğu orduyla Avşar Türkmenlerine saldırmasının sebebi de budur.

 

Dadaloğlu ve Evdal böyle bir atmosferde karşı karşıya gelirler. “Ozanların savaş meydanında ne işi var?” sorusu, romanı okurken akıllara gelebilecek bir sorudur. Dadaloğlu “Böyle zamanlarda kendisi gibi söz ustalarına değil, savaşçılara ihtiyaç duyulduğunu”[viii] düşünür. Fakat bu düşünce Evdal’in tanıtıldığı ve savaş moralle yürür önermesinin de doğrulatıldığı cümlelerle tekzip edilir. Günün sonunda soru da cevaplanmış olur.

 

Moral unsuru oldukları için savaşlarda ozanların, şairlerin, dengbejlerin askeri birliklere eşlik etmesinin çokça örneği vardır. Sanatsal performanslarda da bu örnekten yararlanılmıştır. Neretva Köprüsü filminde en zorlu koşullarda korunan, kitleden ayrılmaması için olağanüstü çaba gösterilen bir ozan vardır mesela.  Revan’da baş karakterlerin ozan oluşuyla bu motivasyon kaynağının kullanımı üst bir seviyeye taşınmıştır.

 

Savaş, insani değerler, toplumsal değerler, kültürel değerler gibi farklı yanlarıyla sürekli sorgulanır, tartışılır. Sun Tzu, “Girilmemesi gereken yollar vardır, üzerine gidilmemesi gereken askerler vardır, üzerine saldırılmaması gereken kentler vardır, mücadeleye gerek olmayan yerler vardır, yerine getirilmeyecek emirler vardır.”[ix] demiştir. Onun fikir beyan ettiği savaş, düzenli ordular adı verilen işgal ordularının kuruluşundan önceki dönemin savaşıdır tabii. Yine de savaşın ruhunun teknik bir konu olmadığını gösterecek kadar da güçlü fikirleri vardır. Savaşın yıkım olduğunu doğrulayan birçok sahne vardır Revan’da. Aynı zamanda gücün yarattığı bir çılgınlık hali olduğu, hata yapmaya elverişli koşulları içinde taşıdığı da tasvirlerle gözümüze sokmadan anlatılmıştır. Dadaloğlu ile Evdal’in atışma yapacağı akşamın ruh halini ve psikolojik atmosferini şu cümle anlatır: “Ortada askeri nizamdan beklenmeyecek büyüklükte yarım ay şeklinde meşaleler yakılmıştı.”[x]

 

*

 

Felsefi açıdan, genelde ontolojik sorunlara eğilen ve bilinç akışı ve yer yer diyaloglarla da sunulan kısımlarda Gassetvari[xi] yaklaşım belirgindir. Gasset biçim ve özün eşitliğini tartışır ve bunların dengeli olması gerektiğini söyler. İnsan dışındaki ekolojik unsurların (örneğin taş) kendi olmak için mücadele etmeye ihtiyacı olmadığını; fakat insanın, varlığı özünden önce geldiği için, oluşunu mücadele ederek ve bedelini ödeyerek yaratmaya mecbur olduğunu savunur.

 

“Zeminde toprak, içeride hava, sobadaki ateş ve üzerindeki suyla hayatın döngüsü tamamlanmıştı.”[xii] Esir çadırından girerek ortalığı iyice yakan rüzgâr, yürümeyi daha da zorlaştıran sıcaklık da böylesi oluş örnekleridir. “Havadan usulca süzülüp önüne düşen bir çınar yaprağını eline aldı, damarlarını inceledi, dokundu, sevdi.”[xiii] Evdal’ın sıkıntıdan patladığı bir anda yaşadığı bu ferahlık yaprağın kendi oluşuyla ilgilidir.

 

İnsanla ilgili zorlu durumu ise şu derin cümleden okuruz: “Her canlının bir yaşamı vardır, fakat insandan başka hayatı olan yoktur.”[xiv] Romanda insanın olmak ve kendi olmak için verdiği mücadele, eşitlik de gözetilerek, ilişkilerde sık sık görülür.

 

Buğra’nın Selda’nın yarasına bakarken, Evdal’in ve Dadaloğlu’nun âşık oldukları Gökçen Hatun’un yaralarına bakarken yaşadıkları duygu, acıma duygusu değil, kendi içlerindeki acıdır. Buradaki incelik özellikle vurgulanmayı hak ediyor.

 

Dadaloğlu ve Evdal’in birbirlerine karşı hissettikleri intikam, hırs, galibiyet gibi duyguların yanında duyguda eşitlik de kendini gösterir. Duyguların asıl kaynağı ozanların içsel yolculuklarıdır çünkü. Tam da bu nedenle birbirini yenemezler.

 

Didaktizme düşmeden bir şeylerin gösterilmesi bir diğer önemli özelliktir. Anlatarak, açıklayarak değil göstererek kullanılan bu özellik, romana, klasik romanların da önemli bir özelliği olarak, güncellik kazandırmıştır.

 

“-faşist, otoriter ya da demokratik- emperyalist ülkelerin sömürgelerine dayattığı sömürge tipi faşizm ve bu formun yeni sömürgecilik ilişkilerindeki değişen-dönüşen karşılığı”[xv] günümüzde bazen tek kişinin bazen Haziran ayaklanması gibi geniş kesimlerin katıldığı sivil direnişlerde ortaya çıkmaktadır. Romanın geçtiği tarihsel koşullarda, finans-kapitale içkin bir kavram olan faşizmden söz edilemez elbette. Fakat üst başlığı “zulmün olduğu yer” olarak yazar ve karşısına “direnme hakkı”nı koyarsak; günümüze uzanan çok güçlü örnekleri görürüz. Evdal’in evlatları için Sürmeli Mehmet Paşa’nın konağının önünde oturmaya başlaması, ezbere bildiği konağın avlusundaki ağacın kesildiğini fark ettiğinde bunu yaşadığı haksızlıkla birleştiren düşünceleri bize günümüzde de örneklerini gördüğümüz direnişleri çağrıştırır.

 

Romanı okurken gözüm, aklım bir yandan da taşıyıcı kolonu arıyordu. Bu yanıyla bir eksiklik hissettim. Kurgunun üzerine inşa edildiği metafor olabileceğini düşündüğüm güçlü imgeler, simgeler, söylemler değişen bölümlerde sahneye çıkıp bir süre sonra sahneyi terk ettiler. Okumayı tamamladığımda, çeşitli amaçlarla devam eden yolculukların da varlığıyla birlikte, taşıyıcı kolonun yolun kendisi olduğunu anladım. Bu yüzden Revan bu çalışmaya verilecek en isabetli isim olmuş.

 

“… derler ki bir maksatla yola revan olanın bahtı açık olurmuş.”[xvi]

 

Ne yazdığını, neden yazdığını bilerek yola revan olan Abdullah Aren Çelik’in yolu açık olsun; okuyanı, anlayanı çok olsun.

 

 

[i] “Yol” şiirinden, Gülten Akın

[ii] “Ezilenlerin Pedagojisi”, Paulo Freire

[iii] “Revan”, s.117

[iv] Jules Verne

[v] Mehmed Uzun

[vi] A.g.e., s.44

[vii] A.g.e, s.115

[viii] A.g.e, s.10

[ix] “Savaş Sanatı”, İş Bankası yayınları, s.23

[x] A.g.e, s.88

[xi] José Ortega y Gasset; İspanyol filozof. (1883- 1955)

[xii] A.g.e, s.20

[xiii] A.g.e, s.80

[xiv] A.g.e, s.54

[xv] “Faşizm”, Önder Kulak, Kargaşa Kitap

[xvi] A.g.e, s.172

27 Mart 2024 Çarşamba

TUTARLI BİR METİN OLUŞTURMA DAVETİYESİ: "TEZ NASIL YAZILIR?"

 





#inceleme

"Tez Nasıl Yazılır?"

Umberto Eco, Çeviri: Betül Parlak, Can Yayınları-10. baskı. 


"Gülün Adı" ve "Foucault Sarkacı" gibi hem hacim hem de içerik yanıyla dev romanların yazarı Umberto Eco'nun kılavuz çalışmasıdır. 

Kitap, akademik tez yazma sürecine ilişkin olsa da içeriği bununla sınırlı kalmayacak kadar zengindir. Çünkü her metnin en az bir iddiası vardır. İddia edilen düşünceyi iyi savunmaksa, tutarlı bir metnin ortaya çıkmasını sağlar. İşte bu çalışma, tutarlı bir metin yazmak için bir davetiyedir. Eco'nun rehberliğinde keyifli bir yazma yolculuğunadır aynı zamanda bu davet. Muhteşem...

Tez ve makale yazarken iki veri kaynağından yararlanılır. Burada birincil veri kaynağı olan saha verileri değil; ikincil kaynaklar olan yazılı kaynakların verilerinin esas alındığı bir çalışmadan söz edildiğini öncelikle belirtmek yerinde olur.   

Sonuç bölümüyle birlikte toplamda yedi bölümden oluşan kitabın ilk üç bölümü, tez yazmaya hazırlık ve araştırma yapma süreçlerine ilişkin bilgiler verir. Burada, yazan herkese yol gösterecek bir ayrıntı olarak konu seçimi ile ilgili düşünceler dikkat çekicidir. 

"Konu mezun adayının ilgilerine yanıt vermelidir.

1) Verdiği sınavların türü, okumaları, siyasi, kültürel ve dinsel dünyasıyla bağlantılı olmalıdır; 

2) Başvurulacak kaynaklar elde edilebilir olmalıdır, yani adayın elinin altında olmalıdır;

3) Başvurulacak kaynaklar başa çıkılabilecek düzeyde olmalıdır, yani adayın kültürel düzeyine uygun olmalıdır;

4) Araştırmanın yöntemsel çerçevesi adayın deneyiminin kaldırabileceği düzeyde olmalıdır." (s.38, bu bölümün dipnotunda beşinci bir madde önerisi olarak "Doğru hoca seçilmelidir." eklemesi de vardır.)

Yazmanın bir eziyete dönüşmemesi için, yazanın kapasitesine uygun bir konu seçimi önermesi vardır. "Yazma"nın geneli için de geçerli olabilecek bir önermedir bence. Bu çalışma 1977'de yayımlanmış ve U. Eco kendine de kılavuzluk etmiştir. Bunu, 1986'da yayımlanan ve adeta fırtına koparan "Gülün Adı"ndan yola çıkarak iddia ediyorum. 

Gelelim kitabın diğer bölümlerine. Planlama, yazım ve son okuma-redaksiyon, gerekli ekler gibi bilgiler dördüncü bölümden itibaren kitapta yer alır. İçeriğe yönelik vurgu bu bölümlerde çok daha belirgindir. Yazarken örme, bütünleştirme gibi öenmli ayrıntılar yer yer basitçe şematize edilerek ya da kategorize edilerek anlaşılır bir forma dönüştürülmüştür. 

Bilimsel çalışmaların olmazsa olmazı kaynaktır. Doğru, işlevli bir kaynakça oluşturmak çalışmanın niteliği açısından belirleyici bir yere sahiptir. Eco bu konuda oldukça titizdir. Kaynakça oluşturma, literatüre bakma, kütüphane ve kitaplıklardan yararlanma vurgusu yapmıştır. 

Çalışma sürecinde, kimi zaman hatırlatıcı, kiminde yönlendirici işlev gören kılavuz notlar kullanmak Eco'nun önerdiği bir başka yöntemdir. 

Yazma etiği ise samimi cümlelerle ifade edilmiş bir bölümdür. İntihal tartışmalarının kurgu yazın alanında bile söz konusu edildiği günümüzde, bu ayrıntıların yol göstericiliği tartışmasız önemlidir. Mesafe yine burada yer verilen bir başka ayrıntıdır. İçtenlikle ikna edicilik arasındaki bağa işaret eden Eco, gereksiz tevazuyu da, sabun köpüklerini de reddeder. Gerçek yeterince güçlü, içten ve ikna edicidir çünkü. 

Adı üstünde tez nasıl yazılır sorusuna cevap arayan bir çalışmadır bu kitap. Fakat en başta da belirttiğim gibi, yazma hevesi, iddiası olan herkes için de kılavuz işlevi görecek bir içeriğe sahiptir. 

Başucu kitaplarınız arasında yer almasını dilerim. 


                                                                                                                                             Umut Şener     




7 Mart 2024 Perşembe

8 MART’IN KIZILLIĞINA İLHAM VEREN KADIN

 

8 MART’IN KIZILLIĞINA İLHAM VEREN KADIN

“Kadın olmadan işçilerin birliği olmaz, işçilerin birliği olmadan kadın kurtulmaz” sözlerinde düşüncelerinin özetini okuduğumuz Flora Tristán; ütopik sosyalist ve sosyalist feministtir. Kuşkusuz ki, bu sözü ve günümüzde anonimleşmiş pek çok şiarı, yaşadığı dönemi iyi kavraması sayesinde düşünmüştür. Öyle ki, Clara Zetkin, Marks- Engels ve Lenin başta olmak üzere dönemdaşı ve devamcısı olan sosyalist önderlere ilham vermiştir.

Flora Tristán’ın yazılarında ve konuşmalarında ele aldığı, kadın işçilerin yaşam ve çalışma koşulları, göçmen kadın işçilerin örgütlenmesi, sosyal adaletsizlikler, kadın ve çocuklara yönelik cinsel saldırılar, kadına yönelik şiddet, ırkçılık, yoksulluk, işsizlik; bugün de güncel sorunlar ve çeşitli mücadelelerin konusudur.

Hayata karşı verdiği mücadele bir hak mücadelesine dönüştüğü andan itibaren, bir kadın olarak, kadın ve erkek emekçilerin sorunlarının çözümüne kafa yormuştur. Kadın-erkek eşitliği O’nun için öncelikli ve temeldir. Tristan, kadının kurtuluşu sorununun emekçilerin kurtuluşu sorunuyla birlikte olacağını görmüştür. Bu sebeple, kadın sorununu ele alan ama bunu kadının ikincil konumunun tahlil ve tespitinden öteye götüremeyen diğer ütopik sosyalistlerden, sorunu "çalışan"larla sınırlı tutan ve yine oy hakkı talebini her şeyin üstünde tutan İngiliz ve Fransız burjuva feministlerinden ayrılır.

Tristán 'ın eseri “İşçi Birliği” adeta yazıldığı dönemin insanca yaşam projesidir.

Flora Tristán 'ın yaşadığı çağ, bilimsel sosyalizmin yeni oluşmaya başladığı dönemdir. Tristán ilk dönem sosyalistlerin etkisinde gelişen düşünceleriyle yoksulluğun, eşitsizliğin toplumda gerçekleştirilecek reformlar yoluyla ortadan kalkacağını savunmuştur. Onu, çağdaşları olan Marksistlerden farklı kılan bu ayrım önemlidir.

Düşünceleri ve çözüm önerileri burjuva karakterine sahiptir. İşçi sınıfının henüz burjuvazinin yörüngesinde olduğu bir dönemdir, işçilerin mücadelesi sınıfsal bir mücadele halini almamıştır. Kadın sorununa yaklaşımı da, ilerici yanını gitgide yitirmekte olan burjuvaziden tam anlamıyla bir kopuş değildir. Fakat, kadının kurtuluşu ile işçi sınıfının kurtuluşu arasındaki diyalektiği görmüş olması düşünsel bir öngörünün göstergesidir.

Yaşanan sorunların kaynağının toplumsal düzen olduğunu görmüştür. Ancak henüz, bilimsel sosyalizmin kurucu düşüncesi olan toplumsal gelişim yasaları ve özellikle de ‘zorunlu uygunluk yasası’ ortaya konulmamıştır. Elbette bunda Flora Tristán’ın gerçekten kısacık bir ömür sürmesinin de payı vardır. Yine de düşünceleri, yeni ve bilimsel sosyalizmin ilkelerini oluşturan düşüncelere kaynaklık etmiştir. Çünkü, Komünist Manifesto'nun yayınlanmasından daha önce işçi sınıfının farklı bir sınıf olduğunu gören ve bu yüzden de örgütlenmesi gerektiğini söylemiş olan ilk ütopik sosyalisttir.

“Bütün ülkelerin işçileri birleşin!” şiarı, Onun sözlerinden anonimleşmiş, 1844 yılındaki ölümünden 4 yıl sonra yazılan (21 Şubat 1848) Komünist Manifesto’nun başlangıç seslenişi olarak dünya devrim mücadelesi tarihindeki sonsuz yerini almıştır.

“İşçi Birliği”nin temel ilkelerinden olan, kadın ve erkeğin eşit-gönüllü birliği ise; 1917 Ekim Devriminden sonra, Sovyetler tarafından hayata geçirilmiştir.


İşçi Birliği'nden alıntılar:

“Artık vatanımız evren olmalıdır.”

“Kadın işçinin işçisidir.”

“İşçiler, birleşin. BİRLİK’ten güç doğar.”

“Rekabet ve kin azalır, kadın-erkek gruplarını oluşturan rıza ve kardeşlik ortaya çıkarsa, gelecek umutludur.”

“Ölüme benzeyen bir uyuşukluk içinde yaşayan işçilerin, gerçek çıkarlardan, temel haklardan, vatandaş ve kardeş olarak özgür insanların haysiyetinden bahsedildiğinde nasıl uyandıkları görülecektir.”

“Sevgi, zekâ ve gücün cinsiyeti yoktur.”

“yardım sefâletin kökünü kazıyamaz. Fahişelik, hırsızlık ve suç, sefâletin kaçınılmaz sonuçlarıdır.”

“Toplumsal düzenekte, sadaka ikincil olmalıdır ama fakir sınıflar için, esas sorun üretimde kollarının istihdamıdır. Emek örgütlenmesi önemlidir, temeldir. Hayır işinin örgütlenmesi geçicidir, destekleyicidir.”

“Ne mutlu inancı olanlara!”

“işçiler! Siz ve sadece siz dâvanızın çıkarı gereği harekete geçmelisiniz. Yaşamınız ya da  … ölümünüz söz konusu. Her gün sizi öldüren ölüm söz konusu: Sefâlet ve açlık.”

“İnsanlık için kardeşlik, İnsanlık için birlik.”

“İşçi sınıfını kahreden tüm kötülüklerin tek ve gerçek nedeni SEFÂLET değil midir? Sefâlete karşı mücadele etmelidir. En korkunç düşman sefâlettir.”

“Sizi övenlerin amacı size hizmet etmekten çok sizi kullanmaktır.”

“Bir yarayı iyileştirmek istediğimizde, yarayı açmamız, görmemiz gerek.”

“İşçi sınıfı, mülkiyetin sonuçları ve yarattığı ayrıcalıklar nedeniyle sıkıntı çeken tek sınıf değildir: Sanatçılar, öğretmenler, memurlar, küçük esnaf ve daha bir yığın insan küçük rantiyeciler de dâhil olmak üzere sıkıntı içindedir. Hiçbirinin toprağı, evi, sermayesi yok ama Meclis’te oturan mülk sahiplerinin çıkarttığı yasalardan derinlemesine etkilenmektedirler.”

“bir isteğin adaleti hakkında dikkati çekmek için sözümüzü dinlesinler diyorsak önce yeterince otoriteyle sözünün duyurulması, konuşmak gerekir.”

“İnsan sadece ekmekle yaşamaz.”

“Bir çocuğun katlandığı haksız ve şiddetli davranış gibi hiçbir şey karakteri bu kadar hırçınlaştırmaz, kalbi sertleştirmez, ruhu yaralamaz.”

“Kötülüğün nedeni işçi sınıfının içinde bulunduğu cehâlet, sefâlet ve ücretin ürettiği toplumsal koşullardan kaynaklanan alçaltılmadır.”

“kadınlar işçinin yaşamındaki her şeydir.”

“işçi sınıfının entelektüel, manevî ve maddî gelişmesi için halktan kadınların çocukluklarından itibaren akılcı, sağlam ve kendilerini geliştirecekleri bir eğitim almaları çok önemlidir.”

“İşçilerin yeniden saygınlıklarına kavuşmasının yegâne yolu kadınların bu saygınlığı daha önceden kazanmasıdır.”

“İşçi sınıfının tüm kötülükleri şu iki sözcükte saklıdır: Sefâlet ve cehâlet, cehâlet ve sefâlet. Bu labirentten çıkmak için ben tek bir yol görüyorum: Kadınları eğitmekle işe başlamak gerekir. Çünkü kadınlar, erkek ve kız çocuklarını eğitmekle yükümlüdürler.”

“Özgürlüğün olmadığı yerde mutluluk olamaz.”

“Kadını köleleştiren ve eğitiminden yoksun bırakan yasa siz erkek işçileri de baskı altında tutar.”

“Herkesin yararı için, herkesin iyiliği için ve kadın ya da erkek herkesin evrensel refahı için kadın hakları talep ediyorum.”

“Sadece tembellik insanı küçük düşürür ve bozar, bu nedenle tembellik acımasızca geri püskürtülmelidir.”

“Eğer sevgi zekanın ruhu ise, zekada sevginin meşalesidir. Birini diğerinden ayırdığında ise ortaya bozulmuş, eksik, iğdiş edilmiş bir biçim çıkar ve ne gücü olur ne de yaşamı.”

“Düşmanla mücadele etmek için (cehâlet) en etkili araçlardan biri adalet sevgisine sahip ve insanları seven yürekli ve akıllı insanların kaleme alacağı bir yayın organı yaratmaktır.”

“umudu kesmemek gerek. İnsanlar dün reddettikleri ve anlamadıklarını belki bugün kabul edebilirler ve yüzyıllar boyu ütopya ya da gerçekleşmesi mümkün gözükmeyen bir eseri gerçekleştirmek için yola koyulabilirler.”

“Eğer sevgi zekânın ruhu ise, zekâ da sevginin meşalesidir. Bu iki deyim birleşerek anlayışı (kavramayı) ve tam anlamı oluşturur.”

                                                                                                                                    Umut Şener

(8M2024)


14 Şubat 2024 Çarşamba

BİR BURJUVA TRAGEDYASI : "AŞK VE ENTRİKALAR", UMUT ŞENER


 

BİR BURJUVA TRAGEDYASI: "AŞK VE ENTRİKALAR"

 “Bunun için dağlardan coşan sel gibi gelir,

Bunun için kızıl bir alev gibi yükselir,

Alman ozanlarının türküsü göğe kadar;

Kendi iç zenginliği, bolluğuyla taşarak,

Kalbin derinliğinden kaynayarak, coşarak,

Kuralların sıkıcı bağlarını parçalar!”*

(*’Alman Sanatı’şiirinden, Çev: Burhanettin BATUMAN)

Klasik Alman Edebiyatının en önemli temsilcilerinden olan Johann Christoph Friedrich von Schiller, yaşadığı ve ürettiği dönemde; geçmiş ve gelecekteki siyasal, sınıfsal ve sosyal sorunları günün konusu haline getirmeyi başarmıştır. “Aşk ve Entrikalar” tam da bu tarife uyan klasik bir başyapıttır.

İlk yazıldığında “Luise Miller”, daha sonra “Kabale Und Liebe” ve Türkçe’ye ilk çevrildiğinde (1951) “Hile Ve Sevgi” adı verilen eser, en son baskısında çağdaş Alman edebiyatı uyarlaması olarak “Aşk ve Entrikalar” adını aldı. Tüm bu değişimlerde yerini daima koruyansa “Bir Burjuva Tragedyası” alt başlığı olmuştu.

Antik dönemden (klasik dönemi de içine alarak) bugüne tragedyalar tiyatronun en güçlü ifade türlerinden biridir. Geniş bir zaman aralığını ifade eden bu edebî dönemler, aynı zamanda toplumların sınıflara ayrılarak yaşadığı dönemlerdir. Bu gerçekliği hiç gözardı etmeyen daha doğrusu, kurgudaki ana çelişki ve ondan doğan çatışmayı sınıfsal antagonizma üzerine kuran bir türdür. Yüceltilen, zaman zaman abartılı, deyimvari sözlerle yazılan tragedya, temel olarak konusuyla diğer türlerden ayrılır. “Aşk ve Entrikalar” Fırtına ve Coşku (Sturm und Drang) döneminin bir parçasıdır. Bireyin, konumunun getirdiği toplumsal baskılara karşı özgürlük arayışı gibi öznel duygular karakterler için güçlü değerlerdir. Arayışın sonucu onlar için felaket olur. Genel olarak da, tragedyada kahraman iyi bir durumdayken kötü bir hale düşer. Burada izleyiciye yönelik olarak; verilen mesajlarla birlikte, kendi durumuna ilişkin bir hesaplaşma payı vardır. Çünkü kahramanın maddi dünyasındaki köklü değişim, kaygı, acıma ve korku gibi duyguları içeren bir ruhsal dünyada yaşanır. F.Schiller, “Aşk ve Entrikalar”da tragedyanın esas özellikleri olan bu durumu, tragedyanın üç ilkesi olarak bilinen kurala tam bir bağlılık ve liyakat içinde, çok az sayıda ama bir o kadar gerçekçi, derinlikli karakterle ve sadece iki mekân içinde anlatarak, eserin hak ettiği yeri almasını sağlamıştır. 

Almanya’da kapitalizmi doğuracak iç dinamiklerin oluşmaya başladığı yıllarda, unvan sahibi bir ailede dünyaya gelen F.Schiller’in kısa ama verimli, üretken bir hayatı oldu. 1759’da Almanya’da dünyaya geldi. İlk eseri olan “Haydutlar”ı yazdığı 1781 yılından, 1802 yılında soyluluk unvanı alana kadar bu durum Onun için engel oluşturdu. Çünkü hayatı ile ilgili kararları kendisinin vermesi söz konusu değildi. Wüttemberg Dükü aile hakkındaki kararları veriyordu. Bunun karşılığı olarak baskı altında, sürgünde, zor koşullarda üretti. Sınıfsal çelişkileri konu edinen birçok edebiyatçının varlığına karşılık, Schiller, eleştiriyi “içeriden” yapan bir yazar olarak da özel bir yere sahiptir. Yazdığı çoğu tiyatro eseri Alman tiyatrosunda başyapıt niteliğindedir.

Tıp, felsefe, tarih, dil ve edebiyat konularında çalışmalar yaptı. Ürettikleri arasında oyunlar, denemeler, öyküler ve mektupların yanı sıra lirik, felsefi şiirler ve baladlar da vardır. Avrupa tarihini etkileyen olaylar Schiller’in eserlerinde hayat bulmuştur. Dönemi açısından gerçek bir aydın diyebileceğimiz F.Schiller eserlerinde ahlak, estetik; İspanya‘daki mutlak krallık ve engizisyona karşı özgürlük ve cumhuriyet yönetimi savunusu ve isteği; Hollanda halkının İspanya yönetimine karşı ayaklanışı; Avrupa Otuz Yıl Savaşı; İskoçya Kraliçesi Mary Stuart ve Jeanne D’arc gibi tarihte iz bırakan kişileri konu etmiştir. En bilinen eseri olan “Wilhelm Tell” (1804) ise 14. yy.da İsviçre’yi Avusturya egemenliğinden kurtarmak için mücadele eden efsane okçuyu anlatır.  F.Schiller, 9 Mayıs 1805’te Almanya’da öldü.

Schiller doğa tasvirli şiirlerin şairi olarak da gayet başarılı olmuştur, ancak asıl alanı düşünsel/didaktik şiirdir, çoğu yazara ilham olmuştur ve dramatik şiirleri en sevilen Alman balatları arasındadır. Schiller; Wieland, Herder ve Goethe ile Weimar Klasiğinin en önemli dört yazarından biridir.

Ürettikleri ile birçok düşünceye, tiyatro oyununa ve tragedyaya kopmaz bağlarla bağlı olan müziğe/ezgilere esin kaynağı oldu. İtalyan opera bestecisi Giuseppe Verdi‘nin aynı isimli opera eseri, Schiller’in Die Rauber (Haydutlar) adlı dramına dayanır. Eserin ilk adı olan “Luisa Miller” Verdi'nin bestelediği 3 perdelik bir opera olarak uyarlanmıştır. 1785’te Dresden’de yazmış olduğu “Ode an die Freude” (“Neşeye övgü”) adlı şiirini sonradan Alman bestecisi Ludwig van Beethoven, Dokuzuncu Senfoni’nin sonundaki koro bölümünde kullandı.

Dili kullanmadaki özgünlüğü ise özellikle “Aşk ve Entrikalar”da, eserin kimliği sayılabilecek kadar başarılıdır. Ayrıntılarına birazdan değineceğimiz bu özgünlük, dili adeta sınıf çelişkisini ve evrensel değerleri sorgulatmanın hizmetkârı kılmasında kendini gösterir.

“Aşk ve Entrikalar” karakter derinliği açısından ufuk açıcı bir niteliğe sahiptir. Karakterleri yaratırken büyük bir emek verdiği açık olan Schiller’in hakkını teslim etmek adına da, esere bu yanıyla da değinmek istedik. Çalışmadaki ustalık, toplumsal ve siyasal dönüşümler konusundaki müthiş öngörüyle de birleşerek evrensel, güncelliğini yitirmeyen karakterler yaratılmasını sağlamıştır. Öyle ki, bugün yapılan/yapılacak uyarlamalarda oyundaki kişileri ufak tefek değişikliklerle yorumlamak yeterli olur, oluyor.

Karakterlerin gerçek hayatta var olan kişilerden yola çıkılarak yaratılması da derinliğin ve gerçekliğin kazandırılmasında büyük bir paya sahiptir. Ferdinand; Schiller'in kendisi, alt tabakadan aile babası olan Miller; Schiller'in babası, gerçekte de entrikalarla rakiplerini alt eden Nazır; Montmartin, haremiyle ünlü ve yoksul halkın çocukları olan askerlerini yabancı topraklara yollayıp ölümlerine sebep olan prens; Wurtemberg Dükü Karl Eugen ve gerçekte de güçlü bir kadın olan prensin metresi Lady Milford; Franziska von Hohenheim’dir.

Oyun, Ferdinand ve Luise aşkının, bir mevki kazanımına engel oluşturması ve sınıfsal farklılık nedeniyle saray entrikalarına başvurulmasının sonucu olarak Luise’nin ve Ferdinand'ın hayatına mâl olmasını anlatan bir tragedyadır. En sonunda, beş yıl sonra yaşanacak Fransız İhtilali'nin özgürlük,  eşitlik ve kardeşlik ilkelerine de gönderme yapan, ‘ilahi’ bir aydınlanma ile aileler gerçekle yüzleşir. Buradaki ‘ilahilik’ Schiller’in eserini Hristiyanlık ahlâkı ve ataerkil anlayış temelinde yükseltmesine dayanır. Yerel söyleyişler ve günün konusu olaylar da geri planda metni besleyen unsurlar olarak edebi bir ustalıkla yerlerini almıştır. Özellikle toplumun alt tabakasından olan kişilerin dini inanç ve yoksullukla birlikte güçlenen aile bağları, aradaki sınıf farkının belirgin yanlarıdır. En temeldeki eleştiri ise, unvan ve mevkiinin kendine göre şekillendirdiği “ahlâk” anlayışına yöneliktir. Fiziksel bir yok ediş/yok oluşla birlikte bu anlayışın tükenişini, mahkûm edilişini görürüz.

Dönelim “Aşk ve Entrikalar”daki dil konusuna. Eserin, “Love and Intrigue” adıyla İngilizce çevirisini yapan emekli Almanca profesörü Roger Paulin, çevirisine yazdığı önsözde, dil konusundaki ustalığı çok isabetli bir değerlendirmeyle ortaya koymuştur.

“Daha önceki yüzyılları konu edinen Almanca metinler, özellikle de komedi, dört dolaysız hitap biçiminin avantajından yararlanır: İkinci ve üçüncü şahıs, tekil ve çoğul. Bu alandaki pek çok biçim, toplumsal ayrımlara; hiyerarşinin inceliklerine ve İngilizcede artık kullanılmayan biçimlere karşılık gelen saygı ve aşağılama biçimlerinin sayısız tonuna işaret eder. Dolayısıyla orijinalinden okununca Wurm’un [ima ettiği] sefillik ve kötülüğü, sefâletin bilemediğimiz yeni derinliklerini serimliyor. Ve oyunun sonundaki intikam; kendisine her zaman uygun bir küçümseme ile “Er” [sen] diye hitap eden ve ama kendisinin saygıyla hitap ettiği soylu efendisine dönerek, yeni bir keskinlik ve tatmin edici bir sosyal adalet halkasını vurgular. “Sie” [zatı alileri, kadın-(kız)] diye hitap eder ve iki adam, birbirlerine “du” [sen] diye hitap ederek ortak bir aşağılama düzeyinde karşı karşıya gelirler. Bu küçük anlam taşıyıcısı bizim çevirimizde kayboluyor. Burada da, orijinalin bazı taşkınlıklarını budadım – yinelendiği için işe yaramaz hale gelerek uçuşan ifadeler…”

“Ancak karakterlerin benimseyerek kullandığı hitap kiplerine bakılacak olursa incelikli ilişki biçimlerini de görürüz. Bu kiplerin İngilizceye tercümesi mümkün değil ama işaret etmeden de geçmemeliyim: Yüksek mevkideki karakterler arasında ve Ferdinand tarafından babasına resmi hitap şekli (“Sie”); aynı ailenin üyeleri arasındaki yakınlık (“du”) (Walter’ın Ferdinand’a, Miller’ın Luise’ye), ama aynı zamanda bir hakaret biçimi olarak (Ferdinand’ın Kalb’e, Dördüncü Perde, Sahne Üç); ve hizmetli için kullanılan üçüncü şahıs (“Er”, “Sie”) (Walter’ın Wurm’a, Lady Milford’un Luise’e, ayrıca Luise’in babasına). Bu geçiş biçimleri formlar bize herkesin ait olduğu yeri ve kimin nereye ait olduğunu ve dolayısıyla kimin hangi sınıfsal konumu belirlediğini ifade etmiş olur.”

Eser, Türkiye’de ilk kez “Hile ve Sevgi” adıyla MEB Yayınevi tarafından basıldı. Tek Türkçe kaynak olarak çok yararını gördüğümüz çeviri, saygıyla selamladığımız Zahide Özveren ve Lütfi Ay tarafından yapılmıştır. Çeviriye yazdığı önsözde Lütfi Ay’ın şu değinmeleri eserin değerinin anlaşılması açısından önemlidir:

“Realitesini yazıldığı devrin şartları içinde mütalaa edince, Hile ve Sevgi’de bugün bize birer kusur gibi görünen tarafların, asıl meziyetlerini teşkil ettiğini teslim etmek zorunda kalırız. XVIII. yüzyıl Almanyasının, birer derebeyinden farksız, prensler tahakkümü altında yaşıyan halkı, Ferdinand’ın haykırışlarında o zulüm ve istibdat dairesine karşı duydukları nefretin en kuvvetli ifadesini bulmuşlar ve müellifin büyük cesaretini hayranlıkla alkışlamışlardır.

Gerçekten Schiller bu eserinde zamanının sosyal nizamına duyduğu isyanı, Lessing gibi, dramını uzak ve hayali bir ülkeye naklederek (Emilia Galotti) duyurmaya lüzum görmemiş, oklarının şaşmaz bir isabetle saplandığı hedefleri apaçık göstermiştir.

Realiteye ve zamanın sosyal dertlerine bu derece uygun bir eserin XVIII. yüzyıl sonlarında Almanya’da ne büyük akisler uyandırdığı kolayca tahmin edilebilir. 1784’te önce kitap halinde neşredilen piyes, birbiri ardına hemen bütün Alman şehirlerinde sahneye konulmuş ve kısa zamanda dillere destan olmuştur. Bilhassa gençlik Hile ve Sevgi’yi, Fransa’da gerçekleştirilmiş olan, İhtilal’in Almanya’daki ilk mübeşşiri saymış ve Schiller’i bir hürriyet kahramanı olarak selamlamıştır. Eserin Almanya’daki ilk temsilinden ve uyandırdığı büyük akislerden sonra, İngiltere ve Fransa’da derhal tercüme edilip neşredilmesi de, o sıralarda hemen bütün Avrupa’da duyulmaya başlıyan ve Fransız İhtilaliyle ortaya atılan yeni fikirlere ne kadar uygun olduğunu gösterir.”   

Türkiye'de ilk kez Muhsin Ertuğrul tarafından Darülbedayi’de sahneye konulmuş ve halkın büyük beğenisini kazanmıştır. Sahnelendiği dönem, cumhuriyetle birlikte Türkiye halklarının demokrasi kavramıyla tanıştığı dönemdir. Savaşın izlerini üzerinde taşıyan ve hanedanlıkla henüz yeni vedalaşan halkın 18. yüzyıl Almanyasındaki saray ve dışındakilerle ilişkilerine aşinalığı, eseri benimsemelerine sebep olmuştur. Eser, toplumdaki sınıfsal ayrışma ve çatışmaya, makam ve mevki uğruna çevrilen entrikalara getirilen bir eleştiridir. Türkiye’de uzun yıllar sahnelenen “Hile ve Sevgi” aynı zamanda Radyo Tiyatrosuna da uyarlanmıştır.

Tiyatro okurları, tarihçiler, eleştirmenler ve tabii ki izleyici için çağdaş uyarlama olarak kaynak sayılabilecek “Aşk ve Entrikalar” okunma oranı açısından hak ettiği ilgiyi bugüne kadar görmemiş olsa da; eserin değerinin hakkının teslim edilmesini sağlayacak kadar nitelikli olduğunu bilerek yazdığım bu yazının, bu hakkın teslim edilmesine de vesile olmasını diliyorum. Klasik Almancadan Türkçeye çevirisini yaparken verdiği emekle bir değer üreten sevgili Emine Orak’a teşekkür ediyorum. En çok da Schiller’e, R. Paulin’e, Z. Özveren ve Lütfi Ay’a elbette…

Umut Şener

 

Aşk ve Entrikalar

Friedrich Schiller, Çev: Emine Orak

Vova Kitap

Söyleşi: Mansur Ayık'la yeni romanı Hiç Kimse'den yola çıkıp edebiyatı ve hayatı konuştuk...

https://www.edebiyathaber.net/mansur-ayik-toplumsal-curumeye-karsi-bir-yuzlesme-romani-yazmak-istedim/ Mansur Ayık: “Toplumsal çürümeye karş...