14 Şubat 2024 Çarşamba

BİR BURJUVA TRAGEDYASI : "AŞK VE ENTRİKALAR", UMUT ŞENER


 

BİR BURJUVA TRAGEDYASI: "AŞK VE ENTRİKALAR"

 “Bunun için dağlardan coşan sel gibi gelir,

Bunun için kızıl bir alev gibi yükselir,

Alman ozanlarının türküsü göğe kadar;

Kendi iç zenginliği, bolluğuyla taşarak,

Kalbin derinliğinden kaynayarak, coşarak,

Kuralların sıkıcı bağlarını parçalar!”*

(*’Alman Sanatı’şiirinden, Çev: Burhanettin BATUMAN)

Klasik Alman Edebiyatının en önemli temsilcilerinden olan Johann Christoph Friedrich von Schiller, yaşadığı ve ürettiği dönemde; geçmiş ve gelecekteki siyasal, sınıfsal ve sosyal sorunları günün konusu haline getirmeyi başarmıştır. “Aşk ve Entrikalar” tam da bu tarife uyan klasik bir başyapıttır.

İlk yazıldığında “Luise Miller”, daha sonra “Kabale Und Liebe” ve Türkçe’ye ilk çevrildiğinde (1951) “Hile Ve Sevgi” adı verilen eser, en son baskısında çağdaş Alman edebiyatı uyarlaması olarak “Aşk ve Entrikalar” adını aldı. Tüm bu değişimlerde yerini daima koruyansa “Bir Burjuva Tragedyası” alt başlığı olmuştu.

Antik dönemden (klasik dönemi de içine alarak) bugüne tragedyalar tiyatronun en güçlü ifade türlerinden biridir. Geniş bir zaman aralığını ifade eden bu edebî dönemler, aynı zamanda toplumların sınıflara ayrılarak yaşadığı dönemlerdir. Bu gerçekliği hiç gözardı etmeyen daha doğrusu, kurgudaki ana çelişki ve ondan doğan çatışmayı sınıfsal antagonizma üzerine kuran bir türdür. Yüceltilen, zaman zaman abartılı, deyimvari sözlerle yazılan tragedya, temel olarak konusuyla diğer türlerden ayrılır. “Aşk ve Entrikalar” Fırtına ve Coşku (Sturm und Drang) döneminin bir parçasıdır. Bireyin, konumunun getirdiği toplumsal baskılara karşı özgürlük arayışı gibi öznel duygular karakterler için güçlü değerlerdir. Arayışın sonucu onlar için felaket olur. Genel olarak da, tragedyada kahraman iyi bir durumdayken kötü bir hale düşer. Burada izleyiciye yönelik olarak; verilen mesajlarla birlikte, kendi durumuna ilişkin bir hesaplaşma payı vardır. Çünkü kahramanın maddi dünyasındaki köklü değişim, kaygı, acıma ve korku gibi duyguları içeren bir ruhsal dünyada yaşanır. F.Schiller, “Aşk ve Entrikalar”da tragedyanın esas özellikleri olan bu durumu, tragedyanın üç ilkesi olarak bilinen kurala tam bir bağlılık ve liyakat içinde, çok az sayıda ama bir o kadar gerçekçi, derinlikli karakterle ve sadece iki mekân içinde anlatarak, eserin hak ettiği yeri almasını sağlamıştır. 

Almanya’da kapitalizmi doğuracak iç dinamiklerin oluşmaya başladığı yıllarda, unvan sahibi bir ailede dünyaya gelen F.Schiller’in kısa ama verimli, üretken bir hayatı oldu. 1759’da Almanya’da dünyaya geldi. İlk eseri olan “Haydutlar”ı yazdığı 1781 yılından, 1802 yılında soyluluk unvanı alana kadar bu durum Onun için engel oluşturdu. Çünkü hayatı ile ilgili kararları kendisinin vermesi söz konusu değildi. Wüttemberg Dükü aile hakkındaki kararları veriyordu. Bunun karşılığı olarak baskı altında, sürgünde, zor koşullarda üretti. Sınıfsal çelişkileri konu edinen birçok edebiyatçının varlığına karşılık, Schiller, eleştiriyi “içeriden” yapan bir yazar olarak da özel bir yere sahiptir. Yazdığı çoğu tiyatro eseri Alman tiyatrosunda başyapıt niteliğindedir.

Tıp, felsefe, tarih, dil ve edebiyat konularında çalışmalar yaptı. Ürettikleri arasında oyunlar, denemeler, öyküler ve mektupların yanı sıra lirik, felsefi şiirler ve baladlar da vardır. Avrupa tarihini etkileyen olaylar Schiller’in eserlerinde hayat bulmuştur. Dönemi açısından gerçek bir aydın diyebileceğimiz F.Schiller eserlerinde ahlak, estetik; İspanya‘daki mutlak krallık ve engizisyona karşı özgürlük ve cumhuriyet yönetimi savunusu ve isteği; Hollanda halkının İspanya yönetimine karşı ayaklanışı; Avrupa Otuz Yıl Savaşı; İskoçya Kraliçesi Mary Stuart ve Jeanne D’arc gibi tarihte iz bırakan kişileri konu etmiştir. En bilinen eseri olan “Wilhelm Tell” (1804) ise 14. yy.da İsviçre’yi Avusturya egemenliğinden kurtarmak için mücadele eden efsane okçuyu anlatır.  F.Schiller, 9 Mayıs 1805’te Almanya’da öldü.

Schiller doğa tasvirli şiirlerin şairi olarak da gayet başarılı olmuştur, ancak asıl alanı düşünsel/didaktik şiirdir, çoğu yazara ilham olmuştur ve dramatik şiirleri en sevilen Alman balatları arasındadır. Schiller; Wieland, Herder ve Goethe ile Weimar Klasiğinin en önemli dört yazarından biridir.

Ürettikleri ile birçok düşünceye, tiyatro oyununa ve tragedyaya kopmaz bağlarla bağlı olan müziğe/ezgilere esin kaynağı oldu. İtalyan opera bestecisi Giuseppe Verdi‘nin aynı isimli opera eseri, Schiller’in Die Rauber (Haydutlar) adlı dramına dayanır. Eserin ilk adı olan “Luisa Miller” Verdi'nin bestelediği 3 perdelik bir opera olarak uyarlanmıştır. 1785’te Dresden’de yazmış olduğu “Ode an die Freude” (“Neşeye övgü”) adlı şiirini sonradan Alman bestecisi Ludwig van Beethoven, Dokuzuncu Senfoni’nin sonundaki koro bölümünde kullandı.

Dili kullanmadaki özgünlüğü ise özellikle “Aşk ve Entrikalar”da, eserin kimliği sayılabilecek kadar başarılıdır. Ayrıntılarına birazdan değineceğimiz bu özgünlük, dili adeta sınıf çelişkisini ve evrensel değerleri sorgulatmanın hizmetkârı kılmasında kendini gösterir.

“Aşk ve Entrikalar” karakter derinliği açısından ufuk açıcı bir niteliğe sahiptir. Karakterleri yaratırken büyük bir emek verdiği açık olan Schiller’in hakkını teslim etmek adına da, esere bu yanıyla da değinmek istedik. Çalışmadaki ustalık, toplumsal ve siyasal dönüşümler konusundaki müthiş öngörüyle de birleşerek evrensel, güncelliğini yitirmeyen karakterler yaratılmasını sağlamıştır. Öyle ki, bugün yapılan/yapılacak uyarlamalarda oyundaki kişileri ufak tefek değişikliklerle yorumlamak yeterli olur, oluyor.

Karakterlerin gerçek hayatta var olan kişilerden yola çıkılarak yaratılması da derinliğin ve gerçekliğin kazandırılmasında büyük bir paya sahiptir. Ferdinand; Schiller'in kendisi, alt tabakadan aile babası olan Miller; Schiller'in babası, gerçekte de entrikalarla rakiplerini alt eden Nazır; Montmartin, haremiyle ünlü ve yoksul halkın çocukları olan askerlerini yabancı topraklara yollayıp ölümlerine sebep olan prens; Wurtemberg Dükü Karl Eugen ve gerçekte de güçlü bir kadın olan prensin metresi Lady Milford; Franziska von Hohenheim’dir.

Oyun, Ferdinand ve Luise aşkının, bir mevki kazanımına engel oluşturması ve sınıfsal farklılık nedeniyle saray entrikalarına başvurulmasının sonucu olarak Luise’nin ve Ferdinand'ın hayatına mâl olmasını anlatan bir tragedyadır. En sonunda, beş yıl sonra yaşanacak Fransız İhtilali'nin özgürlük,  eşitlik ve kardeşlik ilkelerine de gönderme yapan, ‘ilahi’ bir aydınlanma ile aileler gerçekle yüzleşir. Buradaki ‘ilahilik’ Schiller’in eserini Hristiyanlık ahlâkı ve ataerkil anlayış temelinde yükseltmesine dayanır. Yerel söyleyişler ve günün konusu olaylar da geri planda metni besleyen unsurlar olarak edebi bir ustalıkla yerlerini almıştır. Özellikle toplumun alt tabakasından olan kişilerin dini inanç ve yoksullukla birlikte güçlenen aile bağları, aradaki sınıf farkının belirgin yanlarıdır. En temeldeki eleştiri ise, unvan ve mevkiinin kendine göre şekillendirdiği “ahlâk” anlayışına yöneliktir. Fiziksel bir yok ediş/yok oluşla birlikte bu anlayışın tükenişini, mahkûm edilişini görürüz.

Dönelim “Aşk ve Entrikalar”daki dil konusuna. Eserin, “Love and Intrigue” adıyla İngilizce çevirisini yapan emekli Almanca profesörü Roger Paulin, çevirisine yazdığı önsözde, dil konusundaki ustalığı çok isabetli bir değerlendirmeyle ortaya koymuştur.

“Daha önceki yüzyılları konu edinen Almanca metinler, özellikle de komedi, dört dolaysız hitap biçiminin avantajından yararlanır: İkinci ve üçüncü şahıs, tekil ve çoğul. Bu alandaki pek çok biçim, toplumsal ayrımlara; hiyerarşinin inceliklerine ve İngilizcede artık kullanılmayan biçimlere karşılık gelen saygı ve aşağılama biçimlerinin sayısız tonuna işaret eder. Dolayısıyla orijinalinden okununca Wurm’un [ima ettiği] sefillik ve kötülüğü, sefâletin bilemediğimiz yeni derinliklerini serimliyor. Ve oyunun sonundaki intikam; kendisine her zaman uygun bir küçümseme ile “Er” [sen] diye hitap eden ve ama kendisinin saygıyla hitap ettiği soylu efendisine dönerek, yeni bir keskinlik ve tatmin edici bir sosyal adalet halkasını vurgular. “Sie” [zatı alileri, kadın-(kız)] diye hitap eder ve iki adam, birbirlerine “du” [sen] diye hitap ederek ortak bir aşağılama düzeyinde karşı karşıya gelirler. Bu küçük anlam taşıyıcısı bizim çevirimizde kayboluyor. Burada da, orijinalin bazı taşkınlıklarını budadım – yinelendiği için işe yaramaz hale gelerek uçuşan ifadeler…”

“Ancak karakterlerin benimseyerek kullandığı hitap kiplerine bakılacak olursa incelikli ilişki biçimlerini de görürüz. Bu kiplerin İngilizceye tercümesi mümkün değil ama işaret etmeden de geçmemeliyim: Yüksek mevkideki karakterler arasında ve Ferdinand tarafından babasına resmi hitap şekli (“Sie”); aynı ailenin üyeleri arasındaki yakınlık (“du”) (Walter’ın Ferdinand’a, Miller’ın Luise’ye), ama aynı zamanda bir hakaret biçimi olarak (Ferdinand’ın Kalb’e, Dördüncü Perde, Sahne Üç); ve hizmetli için kullanılan üçüncü şahıs (“Er”, “Sie”) (Walter’ın Wurm’a, Lady Milford’un Luise’e, ayrıca Luise’in babasına). Bu geçiş biçimleri formlar bize herkesin ait olduğu yeri ve kimin nereye ait olduğunu ve dolayısıyla kimin hangi sınıfsal konumu belirlediğini ifade etmiş olur.”

Eser, Türkiye’de ilk kez “Hile ve Sevgi” adıyla MEB Yayınevi tarafından basıldı. Tek Türkçe kaynak olarak çok yararını gördüğümüz çeviri, saygıyla selamladığımız Zahide Özveren ve Lütfi Ay tarafından yapılmıştır. Çeviriye yazdığı önsözde Lütfi Ay’ın şu değinmeleri eserin değerinin anlaşılması açısından önemlidir:

“Realitesini yazıldığı devrin şartları içinde mütalaa edince, Hile ve Sevgi’de bugün bize birer kusur gibi görünen tarafların, asıl meziyetlerini teşkil ettiğini teslim etmek zorunda kalırız. XVIII. yüzyıl Almanyasının, birer derebeyinden farksız, prensler tahakkümü altında yaşıyan halkı, Ferdinand’ın haykırışlarında o zulüm ve istibdat dairesine karşı duydukları nefretin en kuvvetli ifadesini bulmuşlar ve müellifin büyük cesaretini hayranlıkla alkışlamışlardır.

Gerçekten Schiller bu eserinde zamanının sosyal nizamına duyduğu isyanı, Lessing gibi, dramını uzak ve hayali bir ülkeye naklederek (Emilia Galotti) duyurmaya lüzum görmemiş, oklarının şaşmaz bir isabetle saplandığı hedefleri apaçık göstermiştir.

Realiteye ve zamanın sosyal dertlerine bu derece uygun bir eserin XVIII. yüzyıl sonlarında Almanya’da ne büyük akisler uyandırdığı kolayca tahmin edilebilir. 1784’te önce kitap halinde neşredilen piyes, birbiri ardına hemen bütün Alman şehirlerinde sahneye konulmuş ve kısa zamanda dillere destan olmuştur. Bilhassa gençlik Hile ve Sevgi’yi, Fransa’da gerçekleştirilmiş olan, İhtilal’in Almanya’daki ilk mübeşşiri saymış ve Schiller’i bir hürriyet kahramanı olarak selamlamıştır. Eserin Almanya’daki ilk temsilinden ve uyandırdığı büyük akislerden sonra, İngiltere ve Fransa’da derhal tercüme edilip neşredilmesi de, o sıralarda hemen bütün Avrupa’da duyulmaya başlıyan ve Fransız İhtilaliyle ortaya atılan yeni fikirlere ne kadar uygun olduğunu gösterir.”   

Türkiye'de ilk kez Muhsin Ertuğrul tarafından Darülbedayi’de sahneye konulmuş ve halkın büyük beğenisini kazanmıştır. Sahnelendiği dönem, cumhuriyetle birlikte Türkiye halklarının demokrasi kavramıyla tanıştığı dönemdir. Savaşın izlerini üzerinde taşıyan ve hanedanlıkla henüz yeni vedalaşan halkın 18. yüzyıl Almanyasındaki saray ve dışındakilerle ilişkilerine aşinalığı, eseri benimsemelerine sebep olmuştur. Eser, toplumdaki sınıfsal ayrışma ve çatışmaya, makam ve mevki uğruna çevrilen entrikalara getirilen bir eleştiridir. Türkiye’de uzun yıllar sahnelenen “Hile ve Sevgi” aynı zamanda Radyo Tiyatrosuna da uyarlanmıştır.

Tiyatro okurları, tarihçiler, eleştirmenler ve tabii ki izleyici için çağdaş uyarlama olarak kaynak sayılabilecek “Aşk ve Entrikalar” okunma oranı açısından hak ettiği ilgiyi bugüne kadar görmemiş olsa da; eserin değerinin hakkının teslim edilmesini sağlayacak kadar nitelikli olduğunu bilerek yazdığım bu yazının, bu hakkın teslim edilmesine de vesile olmasını diliyorum. Klasik Almancadan Türkçeye çevirisini yaparken verdiği emekle bir değer üreten sevgili Emine Orak’a teşekkür ediyorum. En çok da Schiller’e, R. Paulin’e, Z. Özveren ve Lütfi Ay’a elbette…

Umut Şener

 

Aşk ve Entrikalar

Friedrich Schiller, Çev: Emine Orak

Vova Kitap

7 Şubat 2024 Çarşamba

BUZDOLABI /ÖYKÜ, KARNAVAL DERGİ DEPREM ÖZEL DOSYASI

 

Buzdolabı

Umut Şener

Atları, dişlerine bakarak aldıkları gibi, her yerimi açıp inceleyip seçmişlerdi beni de. Buraların nar çatlatan sıcağına ancak benim gibi ileri teknoloji ürünleri dayanırdı. Benim gelişimle sürkinin, kabağın, hırisinin, künefe peynirinin, defne yapraklarının da ömrüne ömür eklenecekti. İlaçlar ve daha korunması gereken ne varsa, hepsinden ben sorumlu olacaktım.

 

Ilık bir bahar günüydü. İyi sarıldığıma emin olmak için son kez kontrol edip iki kişinin omzuna verdiler. Onlar da beni bebek tutar gibi tutup kamyonete koydular. Eve gidiyordum, artık benim de bir evim vardı. Ömürlük diye almışlardı beni ne de olsa…

 

Evden büyük olmasına şaşırdığım, sonrasında her sabah yıkandığına şahit olduğum çiçeklerle dolu balkonu geçip geniş bir koridora girdik. Hemen girişteki mutfakta benim için hazırladıkları köşeyi gösterdiler evdekiler. Bütün aile beni karşılamaya gelmişti. Arz-ı endam ettim karşılarında. Alnımda büyük bir şekilde, harf ve rakamlardan oluşan adım yazıyor. Altında benim ne harika bir makine olduğumun kanıtı, beynelmilel işaretler olan kutucuklar. Sonra da küçük küçük bir sürü yazı. Başımdan inip, belimden dolaşarak aşağıya inen kurdeleyi çözdüler. Çevremi saran köpükleri bekleyen çocuklara verdiler. Sildiler, kuruladılar, yerime yerleştirip fişi taktılar. Böylece başlamış oldu ortak hayatımız.

 

Mutfakla aramdaki bağ çok güçlüydü. Sadece benim mi? Evde ve çevrede yaşayan herkesin bağı güçlüydü. Evin girişinde ve evdeki en büyük oda olması da bundandı. Kocaman dost sofralarının mutfağıydı orası. Salçalar, baharatlar, çeşit çeşit mezeler, katıklılar, incir rakıları ve karabiber ağacının pencereden girip bana değen dalları…

 

Hepsi birer anı oldu! Sanırım bir yıl kadar önceydi, daha uzun da olabilir… Her bir güne düşen bir bayramdan kalma etlerle, teblik için hazırda tutulan yarma buğdaylarla, bahçeden getirilen mis gibi nanelerle, reyhanlarla, limonlarla doluydu raflarım. Ortadoğu’nun ışıklandırılmış ilk caddesinin de bulunduğu bu kadim şehirde birden elektrik kesildi. Durdum. Sarsılmaya başladım. Temizlik yaparken altımı silmek için beni çektikleri zamanki gibi falan değil, durmayan bir sarsıntı. Duran da sadece benim motorumdu zaten. Geri kalan hiçbir şey yerinde durmuyordu, sonsuza kadar sallanacakmış gibi devam ediyordu sarsıntı. Önce içimi allak bullak etti. Her şey birbirine girdi. Devrildim. İçimde bir şeyler cız etti, bir şeylerin koptuğunu anladım.

 

Evdekilerin seslerini duyuyorum, her yerde çığlıklar var. Dakikalar, saatler geçiyor. Dışarıda, içeride sesler var. Devrildiğim yerden kulağımı mutfağın zeminine dayıyorum, çok tuhaf, sesler yerin altından geliyor gibi… Bu böyle kaç gün devam etti bilmiyorum. Günler sonra kesildi sesler. Ben orada öylece kaldım ama zamanla uzaklardan sesler duymaya başladım.

 

Bir gün evde yaşayanlar geldiler. İhtiyarlar yok tabii, gençler ve tanımadığım birkaç kişi. Bakabildikleri kadar baktılar her yere ve sonunda beni alıp çıktılar. Çıkınca nasıl büyük bir yıkımın içinde kaldığımı, kaldığımızı anladım. Etrafta bizim gibi eşya ve insanlardan oluşan öbekler var, anons yapılmış meğer, gidip eşyalarınızı alabilirsiniz demişler. Ne ile alınacak, nasıl alınacak bilen yok ama biz bir yaşamın parçasıydık. Ondan sebep çıkıp gelmişler işte.

 

Sonrasındaki günler bir çadırda, yanımızda başka onlarca çadır ve içinde yaşayanlarla, yaşamaya çalışanlarla ve hepsi birbirinin aynısı olan bir zaman olarak geçti. Ta ki geçen haftaya kadar…

 

Beni çadıra götürdüklerinde hepimiz çok mutluyduk. Çadırda bana güzel bir köşe yapmışlardı. Altıma palet bile koymuşlardı. Palet deyip geçmeyin çok kıymetli, kavga sebebi bizim buralarda palet… Çadırları su bastığı zaman bizi azıcık da olsa koruyan tek şey. Elektrik çekildiği gün, motorumdan gelen ilk hırıltıları duyunca herkes çok mutlu olmuştu. Çünkü çalışması mucize demişti beni almak için ısrar eden hurdacı. Mutluluk kısa sürdü. Elektrik sürekli ve çok gidip, çok az geldi. Benim raflarıma konulabilen neydi ki, bir de o yoklukta bozulanları atmak zorunda kaldıkları için sinirden ağladıklarını gördüm kaç kez…

 

Hastalandım. Güçsüz düştüm. Ben bittim, kesintiler bitmedi. Çadırlar, konteynerler yandı kül oldu içinde bebeklerle, yine de düzelmedi, düzeltilmedi bu iş… Başka her işte olduğu gibi… Geçen hafta motorum durdu. Yalan yok, önce korktum. En son böyle motorum durduğunda her şeyimizi yıkan sarsıntı başlamıştı. Olmadı öyle bir şey. Ama çadırdakilerin yüzlerinden çok kötü bir şey olduğunu anladım.

 

Konuştular kendi aralarında. Destek istemek zorundalar. Öyle ya ben de depremzedeyim! Utandıklarını söylüyorlar laf arasında. Kendi sebep olmadıkları bu rezilliğin utancını taşımak da onlara bırakıldı. Birine mesaj yazmaya karar verdiler. Arayıp konuşarak anlatmak çok zorlarına gidiyor çünkü, biliyorum, aylardır böyle… Her konuşmayı can kulağıyla dinliyorum, gündem benim amansız hastalığım.

 

O birisi demiş ki, tam olarak isteğiniz nedir? Bizim yerimize düşünmüyor, fikrimizi alıyorlar. Böyle olurmuş bu işler, sorunu yaşayanın çözüm önerisi sunması çok önemli bir konuymuş. İnsan haklarıyla, saygıyla falan ilgiliymiş. Evdekiler, pardon, çadırdakiler demişler ki, motorunun değişmesi gerekiyor. Hay hay… Hemen…

 

Hurdacılardan yeni bir dolap parasının yarısı edecek bir parayla çıkma bir motor bulundu. Ben ustayım diyen birine el mahkûm güvenilip o bulunan motor güç bela sırtıma takıldı. Ama iyileşmedim sadece biraz toparlandım. Kanser ağrısını Parol’le dindirmeye çalışmak gibi bir şey oldu bizim motor değişimi.

 

O birisi, ne yaptınız diye sormuş. Onlar da söylemiş. Böyle uzun süre idare edemeyeceğimi düşünüp, yeni bir dolap alalım demişler. Başka zaman olsa çok sevinilir değil mi buna? Biz sevinemedik. Ben evden çıkan tek eşyayım, depremden önceki hayatın simgesiyim onlar için! Konuşuyorlar aralarında. “Ayıp olur, bizim için uğraşıyorlar… Kadın telefonda size güzel bir haberim var dedi üstelik… İstemiyoruz…” İstemiyorlardı ve bunu anlatmak için hiç zorlanmadılar. Kabul diye cevap verdiler sadece.

 

Alacak olanlara haber edildi. Heyecanla işe girişmişler. Yepyeni son model bir buzdolabı, yanında bir de kesintilere karşı onu korumak için kutu… Para, tamam. Nasıl alınacak? Burada böyle bir yer yok! Dışarıdan alıp yollanacak, tamam. Burada onun teslim edilebileceği bir yer yok! Adana üzerinden aktarılacak, tamam. Nakledecek araç yok, taşıyacak insan yok! Arkadaşlar gelecek, her şeyle onlar ilgilenecek, tamam. Köprü yıkık, yolda kamyonlar molozların, hurda demirlerin hem kendini hem asbestini savura savura terör estiriyor, yol ilk yağmurlar başladığından beri araç geçişine uygun değil! Tamam, enseyi karartmak yok! Ama kesintilerin sonu yok! Çadırda yaşamanın sonu yok! Hadi oldu diyelim, o dolaba koyacak su bile yok!

 

“Kabul” böylece “red”de dönüştü. Hayat bize getirdikleriyle kendi çözdü bu işi. Benden de ayrılmamış oldular. Tabii ben hastayım, çalışamaz durumdayım. Ama varlığım yetiyor onlara. Dün sabah birkaç kişi el ele verip önce kapaklarımı söktüler. Sonra nereden buldularsa bulmuşlar, turuncuya boyadılar. Kuruyunca da yan yatırdılar. Üstüne Zara çantası geçirilmiş BİM poşetine döndüm. Görev tanımım da değişti. Ben artık ıvır zıvır için raf oldum. Hala çok önemliyim, ortalık ne olacağı bilinmeyen ıvır zıvırdan geçilmiyor çünkü.

6 Şubat 2024 Salı

ANLATILMAYAN HİKAYELERİMİZİN KİTABI, ZAFER KÖSE, LİTERA EDEBİYAT

 

Anlatılmayan hikâyelerimizin kitabı

Zafer Köse, Umut Şener’in, geçen yıl yaşadığımız depremle ilgili kitabı, 6 Şubat Notları üzerine yazdı: "Yazar, konuya doğru açıdan yaklaşmanın ve belirleyici gerçekleri kayıt altına almanın önemine değiniyor. Sözü çok edilen ama üzerinde gerektiği gibi durulmayan bir konu olarak görüyor, 'deprem felaketini'. 6 Şubat Notları kitabı, bu yönüyle okuru, ezberlenenden farklı bir açıyla konuya bakmaya çağırıyor."




Hem edebiyatta hem günlük hayattaki iletişimlerde en sık kullanılan metaforlardan biridir “deprem”. Kişisel hayatta yaşanan bir savrulma veya toplumsal dönüşüme neden olan önemli bir gelişme “deprem” diyerek anlatılabiliyor. Peki, 6 Şubat Depremi gibi korkunç bir olayı anlatırken, konunun dehşetini hissettirmek için hangi metafor kullanılabilir? Hangi söz sanatı?


Hayatın en sade olayları ve en açık gerçekleri bazen mecazı aşıyor. Ne yazık ki, en büyük acılar da öyle. Anlatının güzelliği için uğraşmaya alışmış, meram anlatma derdindeki yazarların herhalde en zorlanarak yazdığı metinler, mecaza gerek kalmayan acılar üzerinedir. Bunların başında da büyük depremler geliyor olsa gerek. Son yüz yıllık edebiyat ve gazetecilik tarihimizde, bu zorlu görevlerden kalan birçok yapıt var. Elbette o haberlerin, araştırmaların, hikâyelerin hiçbiri severek yazılmamıştır, çoğu, birer mecbur iş olarak ortaya çıkmıştır. Bu örneklerden biri de Umut Şener’in, geçen yıl yaşadığımız depremle ilgili kitabı, 6 Şubat Notları.

 

Şener’in deprem bölgesinde haftalar, aylar boyunca katıldığı çalışmalar, tanık olduğu olaylar, gelişmeler, biriktirdiği öfkeler, deneyimler… Acıların boşa gitmesini kabullenmeyen bir anlayışla, tüm bunların anlatılması gerektiğini düşündüğü için bu kitabı yazdığını anlıyoruz.


Bu kitabı, mecazları aşan böylesine büyük bir dehşetin okura nasıl anlatılacağı sorusuna yanıt arama çabası olarak da okuyabiliriz. Aynı konudaki birçok çalışmada beliren ortak bir kaygı, Şener’in kitabında da hissediliyor: O büyük yıkımda kaybedilen canları, bir kitabı-anlatıyı “güzelleştirmek” için kullanmak… Anlatımında zaman zaman öne çıkan mütevazı üslup, belki böyle bir “çekingenlik” ile açıklanabilir.


Konuya doğru açıdan yaklaşmanın ve belirleyici gerçekleri kayıt altına almanın önemini konu ediyor. Sözü çok edilen ama üzerinde gerektiği gibi durulmayan bir konu olarak görüyor, “deprem felaketini”. 6 Şubat Notları kitabı, bu yönüyle okuru, ezberlenenden farklı bir açıyla konuya bakmaya çağırıyor.


İlk bölümü bölgedeki çeşitli anekdotlar ve onlar üzerine düşüncelerden oluşan kitabın ikinci bölümü, röportajlardan oluşuyor.


Röportajcılık, elbette edebiyat alanında bir çalışma. Hakkı verilerek yapıldığında, bir röportaj metni magazinselliği aşıp güçlü bir edebiyat niteliğine ulaşabilir. Örneğin, 6 Şubat Notları’nda, Mansur Karaca ile yapılan röportajda büyük bir hikâye çıkıyor karşımıza. Zihnimizde şöyle bir öykü taslağı oluşuyor:

Korkunç sarsıntının yaşandığı köydeki bir çocuk, alevlerin yükseldiği ahıra koşuyor. Kendisi henüz küçük, ama hasarlı ahırda mahsur kalan koca atın, dört-beş yıl önce dünyaya geldiği günü hatırlıyor. Çok seviyor onu. Artık kocaman bir yetişkin olan o tayla küçüklüklerini birlikte yaşamışlardı. İster yavru olsun ister genç, o atın da kendisini arkadaş olarak gördüğünü biliyor çocuk. Kardeşlikleri devam ediyor. Sevgileri karşılıklı.

İşte o arkadaşının evi yanıyor. Samanlar, o soğukta kırağı düşmüş ahşap bölmeler, kapılar alev alev yanıyor. Çocuğun koca arkadaşı, ahırın içinden acı acı bağırıyor. Elleri yok ki kapıyı açsın. Çocuğun elleri var, ama küçük. O kapıyı açmaya gücü yetmez. Babası koşup kapıyı açabilir.

Peki, o kocaman ellerini uzatıp neden kapıya koşmuyor babası? Yumruklarını sıkmış, gözlerini acıyla kapamış, neden öyle duruyor? Çocuk dayısına koşuyor. Halasına. Komşu amcaya koşuyor. Etraftaki bütün büyükleri tutup çekiştiriyor. Adeta çırpınıyor.

Hiçbirini harekete geçiremiyor. İçerideki arkadaşından korkunç sesler gelmeye devam ediyor. Birazdan geç kalmış olacaklar. Çocuğun tanıdığı büyüklerden hiçbiri gidip ahırın kapısını açmıyor. Hatta çocuğu da tutuyorlar o tarafa koşup tehlikeye atılmaması için.

Çocuğun arkadaşı olan o at, büyüklerin dünyasındaki bir mal. Bir meta. Büyükler biliyor ki, kapıyı açıp kurtarsalar, dağlara doğru kaçacak at. Kaybolacak. O durumda, devletten “mal kaybı” parasını alamayacaklar. Zararlarının karşılanması için, ziyan olan eşyalarını belgelemeleri gerekiyor.

***

Umut Şener’in kitabını okurken, deprem belasından bağımsız olarak da geçerli olan, içinde yaşadığımız hayatın önemli bir gerçekliği karşımıza çıkıyor: İnsanın yüreğinde kötülük var, ondan daha çok da iyilik var, ama kapitalizm, iyilikleri değil, kötülükleri besliyor.


Anlatılmayan hikâyelerin kitabı olarak da okunabilir, 6 Şubat Notları. İlk bölümdeki düşünce yazılarına eklenen, ikinci bölümdeki röportajların satır aralarında dile gelen düşünceler olarak.


6 Şubat Notları – Sana Dair

Umut Şener

Sınırsız Kitap, 2023

154 s.

Söyleşi: Mansur Ayık'la yeni romanı Hiç Kimse'den yola çıkıp edebiyatı ve hayatı konuştuk...

https://www.edebiyathaber.net/mansur-ayik-toplumsal-curumeye-karsi-bir-yuzlesme-romani-yazmak-istedim/ Mansur Ayık: “Toplumsal çürümeye karş...