7 Şubat 2024 Çarşamba

BUZDOLABI /ÖYKÜ, KARNAVAL DERGİ DEPREM ÖZEL DOSYASI

 

Buzdolabı

Umut Şener

Atları, dişlerine bakarak aldıkları gibi, her yerimi açıp inceleyip seçmişlerdi beni de. Buraların nar çatlatan sıcağına ancak benim gibi ileri teknoloji ürünleri dayanırdı. Benim gelişimle sürkinin, kabağın, hırisinin, künefe peynirinin, defne yapraklarının da ömrüne ömür eklenecekti. İlaçlar ve daha korunması gereken ne varsa, hepsinden ben sorumlu olacaktım.

 

Ilık bir bahar günüydü. İyi sarıldığıma emin olmak için son kez kontrol edip iki kişinin omzuna verdiler. Onlar da beni bebek tutar gibi tutup kamyonete koydular. Eve gidiyordum, artık benim de bir evim vardı. Ömürlük diye almışlardı beni ne de olsa…

 

Evden büyük olmasına şaşırdığım, sonrasında her sabah yıkandığına şahit olduğum çiçeklerle dolu balkonu geçip geniş bir koridora girdik. Hemen girişteki mutfakta benim için hazırladıkları köşeyi gösterdiler evdekiler. Bütün aile beni karşılamaya gelmişti. Arz-ı endam ettim karşılarında. Alnımda büyük bir şekilde, harf ve rakamlardan oluşan adım yazıyor. Altında benim ne harika bir makine olduğumun kanıtı, beynelmilel işaretler olan kutucuklar. Sonra da küçük küçük bir sürü yazı. Başımdan inip, belimden dolaşarak aşağıya inen kurdeleyi çözdüler. Çevremi saran köpükleri bekleyen çocuklara verdiler. Sildiler, kuruladılar, yerime yerleştirip fişi taktılar. Böylece başlamış oldu ortak hayatımız.

 

Mutfakla aramdaki bağ çok güçlüydü. Sadece benim mi? Evde ve çevrede yaşayan herkesin bağı güçlüydü. Evin girişinde ve evdeki en büyük oda olması da bundandı. Kocaman dost sofralarının mutfağıydı orası. Salçalar, baharatlar, çeşit çeşit mezeler, katıklılar, incir rakıları ve karabiber ağacının pencereden girip bana değen dalları…

 

Hepsi birer anı oldu! Sanırım bir yıl kadar önceydi, daha uzun da olabilir… Her bir güne düşen bir bayramdan kalma etlerle, teblik için hazırda tutulan yarma buğdaylarla, bahçeden getirilen mis gibi nanelerle, reyhanlarla, limonlarla doluydu raflarım. Ortadoğu’nun ışıklandırılmış ilk caddesinin de bulunduğu bu kadim şehirde birden elektrik kesildi. Durdum. Sarsılmaya başladım. Temizlik yaparken altımı silmek için beni çektikleri zamanki gibi falan değil, durmayan bir sarsıntı. Duran da sadece benim motorumdu zaten. Geri kalan hiçbir şey yerinde durmuyordu, sonsuza kadar sallanacakmış gibi devam ediyordu sarsıntı. Önce içimi allak bullak etti. Her şey birbirine girdi. Devrildim. İçimde bir şeyler cız etti, bir şeylerin koptuğunu anladım.

 

Evdekilerin seslerini duyuyorum, her yerde çığlıklar var. Dakikalar, saatler geçiyor. Dışarıda, içeride sesler var. Devrildiğim yerden kulağımı mutfağın zeminine dayıyorum, çok tuhaf, sesler yerin altından geliyor gibi… Bu böyle kaç gün devam etti bilmiyorum. Günler sonra kesildi sesler. Ben orada öylece kaldım ama zamanla uzaklardan sesler duymaya başladım.

 

Bir gün evde yaşayanlar geldiler. İhtiyarlar yok tabii, gençler ve tanımadığım birkaç kişi. Bakabildikleri kadar baktılar her yere ve sonunda beni alıp çıktılar. Çıkınca nasıl büyük bir yıkımın içinde kaldığımı, kaldığımızı anladım. Etrafta bizim gibi eşya ve insanlardan oluşan öbekler var, anons yapılmış meğer, gidip eşyalarınızı alabilirsiniz demişler. Ne ile alınacak, nasıl alınacak bilen yok ama biz bir yaşamın parçasıydık. Ondan sebep çıkıp gelmişler işte.

 

Sonrasındaki günler bir çadırda, yanımızda başka onlarca çadır ve içinde yaşayanlarla, yaşamaya çalışanlarla ve hepsi birbirinin aynısı olan bir zaman olarak geçti. Ta ki geçen haftaya kadar…

 

Beni çadıra götürdüklerinde hepimiz çok mutluyduk. Çadırda bana güzel bir köşe yapmışlardı. Altıma palet bile koymuşlardı. Palet deyip geçmeyin çok kıymetli, kavga sebebi bizim buralarda palet… Çadırları su bastığı zaman bizi azıcık da olsa koruyan tek şey. Elektrik çekildiği gün, motorumdan gelen ilk hırıltıları duyunca herkes çok mutlu olmuştu. Çünkü çalışması mucize demişti beni almak için ısrar eden hurdacı. Mutluluk kısa sürdü. Elektrik sürekli ve çok gidip, çok az geldi. Benim raflarıma konulabilen neydi ki, bir de o yoklukta bozulanları atmak zorunda kaldıkları için sinirden ağladıklarını gördüm kaç kez…

 

Hastalandım. Güçsüz düştüm. Ben bittim, kesintiler bitmedi. Çadırlar, konteynerler yandı kül oldu içinde bebeklerle, yine de düzelmedi, düzeltilmedi bu iş… Başka her işte olduğu gibi… Geçen hafta motorum durdu. Yalan yok, önce korktum. En son böyle motorum durduğunda her şeyimizi yıkan sarsıntı başlamıştı. Olmadı öyle bir şey. Ama çadırdakilerin yüzlerinden çok kötü bir şey olduğunu anladım.

 

Konuştular kendi aralarında. Destek istemek zorundalar. Öyle ya ben de depremzedeyim! Utandıklarını söylüyorlar laf arasında. Kendi sebep olmadıkları bu rezilliğin utancını taşımak da onlara bırakıldı. Birine mesaj yazmaya karar verdiler. Arayıp konuşarak anlatmak çok zorlarına gidiyor çünkü, biliyorum, aylardır böyle… Her konuşmayı can kulağıyla dinliyorum, gündem benim amansız hastalığım.

 

O birisi demiş ki, tam olarak isteğiniz nedir? Bizim yerimize düşünmüyor, fikrimizi alıyorlar. Böyle olurmuş bu işler, sorunu yaşayanın çözüm önerisi sunması çok önemli bir konuymuş. İnsan haklarıyla, saygıyla falan ilgiliymiş. Evdekiler, pardon, çadırdakiler demişler ki, motorunun değişmesi gerekiyor. Hay hay… Hemen…

 

Hurdacılardan yeni bir dolap parasının yarısı edecek bir parayla çıkma bir motor bulundu. Ben ustayım diyen birine el mahkûm güvenilip o bulunan motor güç bela sırtıma takıldı. Ama iyileşmedim sadece biraz toparlandım. Kanser ağrısını Parol’le dindirmeye çalışmak gibi bir şey oldu bizim motor değişimi.

 

O birisi, ne yaptınız diye sormuş. Onlar da söylemiş. Böyle uzun süre idare edemeyeceğimi düşünüp, yeni bir dolap alalım demişler. Başka zaman olsa çok sevinilir değil mi buna? Biz sevinemedik. Ben evden çıkan tek eşyayım, depremden önceki hayatın simgesiyim onlar için! Konuşuyorlar aralarında. “Ayıp olur, bizim için uğraşıyorlar… Kadın telefonda size güzel bir haberim var dedi üstelik… İstemiyoruz…” İstemiyorlardı ve bunu anlatmak için hiç zorlanmadılar. Kabul diye cevap verdiler sadece.

 

Alacak olanlara haber edildi. Heyecanla işe girişmişler. Yepyeni son model bir buzdolabı, yanında bir de kesintilere karşı onu korumak için kutu… Para, tamam. Nasıl alınacak? Burada böyle bir yer yok! Dışarıdan alıp yollanacak, tamam. Burada onun teslim edilebileceği bir yer yok! Adana üzerinden aktarılacak, tamam. Nakledecek araç yok, taşıyacak insan yok! Arkadaşlar gelecek, her şeyle onlar ilgilenecek, tamam. Köprü yıkık, yolda kamyonlar molozların, hurda demirlerin hem kendini hem asbestini savura savura terör estiriyor, yol ilk yağmurlar başladığından beri araç geçişine uygun değil! Tamam, enseyi karartmak yok! Ama kesintilerin sonu yok! Çadırda yaşamanın sonu yok! Hadi oldu diyelim, o dolaba koyacak su bile yok!

 

“Kabul” böylece “red”de dönüştü. Hayat bize getirdikleriyle kendi çözdü bu işi. Benden de ayrılmamış oldular. Tabii ben hastayım, çalışamaz durumdayım. Ama varlığım yetiyor onlara. Dün sabah birkaç kişi el ele verip önce kapaklarımı söktüler. Sonra nereden buldularsa bulmuşlar, turuncuya boyadılar. Kuruyunca da yan yatırdılar. Üstüne Zara çantası geçirilmiş BİM poşetine döndüm. Görev tanımım da değişti. Ben artık ıvır zıvır için raf oldum. Hala çok önemliyim, ortalık ne olacağı bilinmeyen ıvır zıvırdan geçilmiyor çünkü.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Söyleşi: Mansur Ayık'la yeni romanı Hiç Kimse'den yola çıkıp edebiyatı ve hayatı konuştuk...

https://www.edebiyathaber.net/mansur-ayik-toplumsal-curumeye-karsi-bir-yuzlesme-romani-yazmak-istedim/ Mansur Ayık: “Toplumsal çürümeye karş...