10 Aralık 2023 Pazar

FELAKETLER ÇAĞI VE ENDÜSTRİYEL TARIM UYGULAMALARI: GIDA EGEMENLİĞİ VE AGRO-EKOLOJİNİN SAVUNUSU

 "Kapitalizm ve Yıkım" başlıklı 17. Karaburun Bilim Kongresinde yaptığım sunumun metnidir.


Giriş

 

Şairin “Etimle, kemiğimle nefret ettim”[i] dediği çağı yaşıyoruz. Bunca kötülük var ve biliyoruz ki iyilik, doğruluk bir tercih. Ancak sınıf bilinci olanların yapabileceği bir tercih aynı zamanda. Bu yanıyla gündelik yaşamda tercihlerimizi sınıfsal bakışımız belirliyor. Gıda ve beslenme konusundaki tercihlerimiz de bu gruba dahildir. İnsanı diğer canlılardan ayrı bir yere koymanın normal; doğaya, gezegene, diğer canlılara saygısızlığın doğal olduğunu iddia eden kapitalizm, beslenme ihtiyacını ve gıda hakkını gasp ediyor. Örneğin, insanın besin zincirindeki yeri tartışmalı haldeyken doğal döngüsü içinde bir hayvanın yiyecek olarak insana yönelmesi kabul edilemez bulunup, hayvanın yaşam hakkı ihlal ediliyor.

 

Emperyalizm aşamasındaki kapitalizm için haklar değil, pazar ve kâr önceliklidir. Kapitalizm koşullarında bu durumu şöyle tarif etmek istiyorum. Kötülüğü insan yapıyor ya da yaptırıyor. İnsanlar arasında sermayesi olanlar azmettiriyor, yoksullar ve emekçiler tetikçi olarak kullanılıyor. Ve hep birlikte bir cinayetin ortağı oluyoruz. Yıkım bu yanıyla da değerlendirebileceğimiz bir konudur.  İnsanlar kötü oldukları için, insan merkezli düşündükleri için değil, kapitalist çıkarlar bunu öncüllediği için diğer canlılar tutsaktır, doğa katledilmektedir.

 

İnsan kendi hakkını savunabilir, özgürlüğü için mücadele edebilir. Peki, gezegen ve üzerinde yaşayan canlılar, bitkiler, hayvanlar kendi özgürlükleri için mücadele edebilir mi? Özellikle hayvan özgürlüğü yanıyla sorunlu bir alandayız. Neyi nasıl tercih edebiliriz? Hayatımızda neleri değiştirebiliriz? Deprem gibi, pandemi gibi afet durumlarında, besin ve tedarik zincirinin kesintiye uğradığı olağanüstü koşullarda neler yapabiliriz?

Ne için ve nasıl mücadele edebiliriz?

 

Kapitalizm ve Felaketler Çağı

 

(bn: Marksist) Felaketler Çağı, ekolojik dengenin bozulduğu ve eko-sisteme hakimiyetle başlayan süreçtir. Peki, başlangıç diye kabul ettiğimiz yerde hangi değişiklikler var? Bu sürecin öncesi de insanın doğayla mücadelesidir. Ama bu çağa geldiğimizde artık insan doğayı etkilemeye başlamıştır.  Bu etki, geri dönüşü olmayan yani yıkıcı bir etkidir. Başlangıç noktası olarak burayı seçmemizin sebebi de budur.

 

Yıkımın etkilediği üç temel alan biyoçeşitlilik, iklim ve jeomorfolojidir. Bugün, üç alandaki yıkımı somut biçimde yaşamlarımızda görüyoruz. Yok olan biyoçeşitlilik, kapitalizmin tetikleyip boyutlandırdığı iklim krizi ve güncel örneği 6 Şubat depremleri olan jeomorfolojik yıkım… Bu makalede, işte bu çoklu kriz durumunun ekoloji kısmına değineceğim. Çünkü, özellikle beslenmek ve gıda ürünleri elde etmek gibi amaçlarla yapılan faaliyetler başta olmak üzere; birçok insan faaliyeti biyoçeşitlilikte yıkıma yol açıyor. Kullanılan yöntemlerden, politikalardan, değişimlerden etkilenen birçok canlı türü yok oluyor, daha doğrusu yok ediliyor.

 

Kapitalizmin, tekelci aşamasında, insan faaliyetlerinin başka konularda da en yüksek seviyesinde olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Felaketler çağı adıyla tarif ettiğim bu dönemin itici gücü yapım faaliyetleridir. Yapımın hayatımızdaki karşılığı nedir? İnşaat yani beton ekonomisi. Çağa özgü geri dönülmez zararlara yol açan yıkım böyle gerçekleşiyor.

 

Gıda hakkı ve gıda güvenliği konusunda kapitalist üretim tarzına yerleşik en az iki sorun vardır. (Üçüncü, dördüncü de olsa aynı yerleşiklik söz konusu olacaktır.)

 

1.       Eşitsiz dağıtım: Emperyalizm halkları adaletsizlikle yüzyüze bıraktı. Emperyalist ülkelerin/ şirketlerin kâr amacıyla doğayı talan eden faaliyetleri hem coğrafi olarak, hem de sömürü ilişkileri bakımından tarım alanlarına ciddi derecede zararlar veriyor. Özellikle madencilik, yeraltı varlıkların talanı ve fosil yakıt çıkarımı yapılan coğrafyalarda tarımı doğrudan etkileyen büyük bir tahribat yaşanıyor.

2.       Endüstriyel tarım uygulamaları: Emperyalizmden ayrı düşünülemeyecek bir üretim yöntemidir. En genel anlamda doğayı ve doğal alanları tahrip eden bir faaliyettir. Üretim, bölüşüm, gıdaya erişim gibi gıda hakkına içkin birçok sorunun nedenine dönüşmüş ve giderek tıkanan bir yöntemdir aynı zamanda.

 

Endüstriyel Tarım Uygulamaları

 

Adından da anlaşılacağı gibi; sanayi ve teknolojiye entegre bilgi, makina ve yöntemleri kullanarak; tarımsal üretimin her aşamasında yoğun su ve kimyasal girdiyi zorunlu hale getiren, toprağı, suyu ve ürünü kirleten, kâr odaklı, rekabetçi kapitalist tarım sistemidir.

 

Sanayi Devriminin beraberinde getirdiği gelişmelere bağlı olarak dünyada, Avrupa’da 19. yüzyılın ortalarında endüstriyel tarım uygulamaları başlar. Türkiye’de ise tarımda makinalaşmada simgeleşen bu süreç, 20. yy. ortalarında, dünyadaki ikinci emperyalistler arası paylaşım savaşından sonra başlamıştır. Yüksek verimlilik sayesinde dünyadaki gıda sorununa çözüm olacağı ileri sürülerek geliştirilen endüstriyel tarım; gıda adaletsizliğinin ve açlığın giderek arttığı bir dünya gerçeği ile çelişmektedir. Doğayı kirleten, kaynakları hoyratça kullanıp vahşice yok eden endüstriyel tarımın sürdürülebilir bir sistem olmadığı açıktır. (Bkz: “Gıda krizi: Endüstriyel tarım sürdürülebilir mi?”)[ii]

 

Tarımın kavramsallaştırılması ve tanımı konusundaki dezenformasyon ise endüstriyel tarımın açmazlarının göstergesidir. Çünkü, akademik çevre de dahil birçok kesimin yanlış kullandığı, hayatın içinde de ezberlenmiş bir yanlış olarak kullanılan bir kavramdan söz ediyoruz. (Örneğin, Oxford Türkçe Sözlük sadece bitki üretiminden söz ediyor.) Tarım ve hayvancılık gibi bir ifade var. Yanlıştır; tarımsal faaliyet bitkisel ve hayvansal üretimin tamamını kapsar.

 

Tarım bir üretim alanıdır, diğer üretim alanlarından farklı olarak da zorunlu ve vazgeçilmez bir üretim alanıdır. Tam da bu özellikleri nedeniyle ekolojik olarak ve sınıfsal bir bakış açısıyla ele alınması gerekir; eğer kâr değil hak öncelenirse! Belirleyici olan tüm sınıfsal sorunlarda olduğu gibi mülkiyettir. Kim üretim araçlarına sahipse, belirleyici olur. Bitkisel ve hayvansal üretimin birbirinden ayrı ele alınması, üretimin genel ve ayrı aşamalarında sektöre dönüştürülerek kâr elde edilmesi ile ilgilidir.

 

Bitkisel üretim esas olarak tarla bitkileri yetiştiriciliği ve bahçe bitkileri yetiştiriciliği üzerinden yapılır. Bahçe bitkileri meyve-sebze yetiştirmeye dönük bir faaliyet olduğu için doğrudan gıda, beslenme ihtiyacı içinde değerlendirilir. Fakat, yetiştiriciliğin de büyük kısmını oluşturan tarla bitkileri için durum farklıdır. Tahıllar, yemeklik baklagiller, endüstri bitkileri (yağ, lif, nişasta-şeker, tıbbi-aromatik amaçlı bitkiler) ve çayır-mera/yem bitkileri yetiştiriciliği tarla bitkileri üretimidir.  Tarla bitkileri üretiminin yapıldığı tarım arazileri başta olmak üzere, neredeyse tüm sistem daha kazançlı olan hayvansal üretime uyumlandırılmıştır. Ortada bir tercih olduğunu gösteren bir örnek verelim: 1 kg buğday yetiştirmek için ~1000 litre su harcanırken, 1 kg et elde etmek için ~15000 lt. su harcanır.

 

Diğer yandan yasal düzenlemelerin de endüstriyel tarımın yol açtığı sorunları büyüttüğünü görüyoruz. Tohum yasası ile düzenlenen sertifikalı tohum kullanma zorunluluğu yanında hibrit (kısır) tohum, GDO’lu tohum, ata tohumlarında ve ekolojik olarak uyumlu yerel tohumlarda çok büyük bir ekonomik-kültürel kayba yol açmıştır.

 

Uluslararası tahkim anlaşmaları, özelleştirmeler, üretici birliklerinin dağıtılması, tekelleşmeyi doğuran ve gıdaya erişimi zorlaştıran monotip üretimi beslemiştir.

 

6381 sayılı kanunda 2000 yılından sonra yapılan değişikliklerle orman arazilerinin talan edilmesi, 2012 yılında düzenlenen 6306 sayılı kanunda yıllar içinde ve bugüne kadar yapılan değişikliklerle tarım arazilerinin yok edilmesi; yasaların, kapitalist ekonomiye ait bir model olan endüstriyel tarım uygulamalarını benimsediğinin göstergeleridir.    

 

Tarım arazilerinin çeşitli amaçlarla imara ve ranta açılması, büyükşehir yasası ile köy statüsünün yok oluşu ve beraberinde getirdiği ekonomik yıkım, zeytinlikler gibi değerli arazilere, sulak alanlara enkaz dökümü 6 Şubat depremlerinin sonrasında endüstriyel tarım politikasının hayata verdiği zararın büyüklüğünü çok açık gözler önüne sermiştir.

 

6 Şubat Depremlerinin Gösterdiği Bazı Gerçekler

 

Depremlerin sonrasında yıkımın yaşandığı alanların özel afet bölgesi ilan edilerek, her şeyin kayıt altına alınması ve bu yolla hak kayıplarının en aza indirilmesi gerekirken, bunlar yapılmadı. Bu nedenle afetin maddi sonuçlarına ilişkin sayısal veriler yok denecek kadar azdır. Depremde hayatını kaybeden insan sayısı ile ilgili bilgiler bile üzerinden aylar geçmesine rağmen sınırlı ve bilgilerin gerçeği yansıtmadığını düşünen çok büyük bir kitle var. Bu atmosferde ekolojik unsurların tamamını içeren toplam canlı kaybına ilişkin bilgilere ulaşmak yıllar sonra bile zor olacaktır, bu da işin bir başka yönü. Fakat afet öncesi ve sonrasına ilişkin bazı verileri değerlendirerek depremin yıkımı hakkında fikir edinebiliriz.

 

Öncelikle bazı bilgileri paylaşalım. Çünkü depremin yaşandığı bölgenin tamamı Türkiye’de tarımsal üretimin en çok yapıldığı yerlerin başında geliyor-du. Uygarlığın başladığı topraklardan söz ediyoruz. Fırat- Dicle Havzası dünyanın en eski ve verimli tarım alanıdır. Çukurova ise mevsimlik hasat yapma koşulları sayesinde sofralık üretimde Türkiye’nin en büyük üretim alanıdır. Öyle ki, Türkiye’nin ilk üretim kooperatiflerinden biri de burada kurulmuştur.  

 

Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Harran Ovası pamuk ve tahıl yetiştiriciliği; Akdeniz bölgesi ve özellikle Çukurova sebze-meyve, seracılık, turunçgil üretimi; Doğu Anadolu meraya dayalı büyükbaş hayvancılık, Akdeniz’in kuzeyi ve Güneydoğu Anadolu küçükbaş hayvancılık yapılan yerlerdir. Depremin merkezi olan K.Maraş arıcılık ve kanatlı hayvan yetiştiriciliği, en büyük yıkımın yaşandığı yerlerin başında gelen Adıyaman küçükbaş hayvan ve tütün yetiştiriciliğinde önde gelen üretim alanlarıdır.

 

Bölgede ve bölgenin gıda ürünlerini sattığı Türkiye genelinde ise, yoksulluk, açlık sınırının altında yaşayanların sayısında artış, beslenme yetersizliği ve gıda enflasyonu gibi sorunlar da deprem öncesinden beri vardır. Sınıfsal sorunlara ek olarak, kaynağı farklı olsa da -deprem gibi- sonucu toplumsal olan olaylar nedeniyle dezavantajlı gruplar çoğalıyor. Dezavantajlı oluşları nedeniyle birçok temel haktan mahrum bırakılan grupların gıda hakkı da gasp ediliyor.

 

Dünya Bankasının gıda güvenliği raporları iddiamı destekler niteliktedir. Şubat ayı raporunda Türkiye, dünyada, gıda enflasyonu en yüksek 5. ülke olarak görünüyor.[iii]

 

İkinci olarak Food and Agriculture Organization (FAO) bülteni ve verileri fikir veren kaynaklar arasında yer alıyor.[iv] FAO Türkiye’nin Temmuz tarihli bülteninde (sayı 14) 6 Şubat depremlerine de yer verdi. Deprem nedeniyle üreticilerin üretim yapamama riski olduğu düşüncesine değinilen bültende toprak bozulması yer verilen ve riskleri çoğaltan bir başka etmen olarak ortaya konuldu.

 

DB, Birleşmiş Milletler ve BM Kalkınma Programı (UNDP), FAO gibi emperyalist kuruluşlar depremin zararlarının karşılanması için ayni ve nakdi desteklerde bulundular. Fakat en yoksullar, durumunu belgeleyemeyenler, aile üretimi yapan küçük toprak sahipleri ve topraksız üreticiler destekten yararlanamadı ya da çok az yararlanabildi. Adıyaman’da günlük yevmiye ile çadırlarda tütün dizen kadın tarım işçilerini izlemiştik haberlerde. Çünkü, en dipte olanın yaşam koşulları daha da geriye gitti ve olumlu herhangi bir değişiklik olmadı.

 

Gıda Egemenliği ve Agro-ekolojinin Savunusu

 

Dünyada endüstriyel tarımın garantörü konumundaki kurumların en başta geleni FAO’dur. FAO, Türkiye ile işbirliği yapmasının gerekçesi de olan üç öncelikli alana odaklandığını açıklıyor:

-          Gıda zincirinin tüm aşamalarında gıda kalitesini ve güvenliğini artırmak amacıyla “Gıda ve Beslenme Güvenliği ve Gıda Güvenliği”;

-          Doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımı ve iklim değişikliğinin etkileri konusunda farkındalığın arttırılması;

-          Hem kamu hem de özel sektör kuruluşlarının güçlendirilmesi, kurumlara yönelik eğitim programları ve ulusal ve uluslararası tarımsal verilerin geliştirilmesi amacıyla teknik yardım sağlanarak “Kamu ve Özel Sektörün Kurumsal Kapasitesinin” geliştirilmesi.

 

Sınıfsal ve ekolojik bir bakışla savunusunu yaptığım gıda egemenliği konusuna buradan giriş yapmak istiyorum. Gıda güvenliğini de içeren gıda hakkı, gıda egemenliği düşüncesinde temel kavramlar arasındadır. Birçok noktada ezenlerle ezilenlerin benzer, kimi zaman da ortak kavramları kullandığını görüyoruz. Fakat elde edilecek sonuçtan kimin yararlanacağı, üretimden elde edilenin kim tarafından kim için kullanılacağı sorularına verilecek cevaplar ayrımı net olarak ortaya koyacaktır. Mesela, FAO küçük aile işletmelerinin desteklenmesini öneriyor. Gıda egemenliği için bir yol olarak agro-ekolojiyi savununlar da bunu öneriyor. Biri makine, ilaç vb satmak için müşterilerini çoğaltmak amacıyla, diğeri üretim ve tüketimin diyalektik döngüsünün kurulması için bunu istiyor.

 

Açlığa çare olma iddiasıyla ortaya atılan endüstriyel tarımın karşısına koyduğumuz gıda egemenliği, depremde kurtarılmayı beklerken aç-susuz donarak ölenleri de hesaba eklediğimizde acil ve hayatidir.  

 

Gıda egemenliğine ilişkin kavramlara bakalım.

 

-          Gıda hakkı: Yaşamak için beslenmek tüm canlılar için biyolojik bir ihtiyaçtır. Gıda haktır, beslenme haktır. Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerde ve ülke içinde yaşamı düzenleyen TC Anayasasında bu hak açık olarak belirtilmiştir. (Ayrıntılı bilgi için bkz:  KÜRESEL GIDA KRİZİ VE BESLENME HAKKI, Turan Güzeloğlu)[v]

 

-          “Gıda güvenliği: Gıda güvenliği gıdaların hasatı, taşınması, işlenmesi, hazırlanması, depolanması ve son tüketiciye sunulması sürecinde gıda kaynaklı rahatsızlıklara ya da hastalıklara neden olan fiziksel, biyolojik ve kimyasal nitelikteki çeşitli risk unsurlarını önleyecek, zararsız kılacak ya da elimine edecek yaklaşımları ele alan bir kavram.

 

-          Gıda güvencesi: Gıda güvencesi bir toplumun beslenme ihtiyaçlarını karşılamak için yeteri miktarda ve ulaşılabilir gıda maddeleri üretme yeteneğine ve üretilen gıdalara erişiminin sürekliliğine vurgu yapan bir kavramdır.”[vi]

 

Kavramların yol göstericiliğinde, gıda egemenliğinden ne anlıyoruz? Polen Ekoloji dergisinin, gıda dosya konulu 6. sayısında şöyle tanımlanmıştır: “Gıda egemenliği kavramı, bütün bu ihtiyaç duyulan gerçekçi çözümleri üretmek, görmezden gelinen problemleri ortaya koymak ve halkın kendi gıda üretim mekanizmalarını kendi ellerine almalarını sağlamak üzere, ilk olarak uluslararası çiftçi örgütü La Vía Campesina tarafından , 1996 Dünya Gıda Zirvesi'nde, “insanların ekolojik olarak sağlam ve sürdürülebilir yöntemlerle üretilen sağlıklı ve kültürel olarak uygun gıdaya sahip olma hakkı ve kendi gıda ve tarım sistemlerini tanımlama hakkı” olarak ortaya atılmıştır.”[vii]

 

Kapitalist sistemin tekelci dönemi içinde gıda egemenliğini, alternatif bir üretim modeli ve seçenek olarak önümüze koymamızın temelinde sürdürülebilirliği vardır. Uygulama açısından yöntem genişliği ve esnekliği bu düşünceyi pratikleştirmektedir. Yani, mümkündür.

 

Ekolojik tarım olarak ifade edebileceğimiz agro-ekoloji kavramı gıda egemenliği teorisinin sahadaki karşılığıdır. Fakat bu yöntemi tek başına ekolojik olmakla açıklamak eksik kalır. Sürdürülebilirlik ve hak temelli oluşu, sosyal, siyasi ve toplumsal öğeleri de içinde barındırması diğer önemli tamamlayıcı özellikleridir. Agro-ekolojinin üzerinde durduğu temel unsurlar hem onun az önce saydığım özelliklerini, hem de sahada uygulanacak yöntemleri belirler. Bu unsurlar, toprak, su, habitat, enerji, toplum, biyoçeşitlilik, tohum ve bitki, agroormancılık, bitki sağlığı, hayvan, habitat ve ekonomidir.

 

Bu doğrultuda, gıda köyleri, gıda vadileri, köy-kentler, eko-köyler gibi giderek çeşitlenen uygulama alanları oluşturulmaktadır. Kooperatifler öne çıkan, yaşam alanı perspektifli bir diğer uygulamadır ve 6 Şubat’ta yaşanan afet sonrası yaşamın kurulması için çözüm önerileri arasında ilk sırada gelenlerden biridir.

 

Agro-ekolojinin olmazsa olmaz iki özelliği ise, küçük ölçekli işletmelerde yapılması ve kısa tedarik zinciri ile gıdaya erişimi organize etmesidir. Bu da yine özellikle afet durumlarında hayati önem taşıyan iki özelliktir aynı zamanda.  

 

Emperyalizmin üçüncü bunalım döneminin karakteristik özelliği, ekonomilerin savunma- silah sanayisine göre şekillendirilmesi ve tekeller arası fiziki savaşa da engel olacak biçimde zorunlu entegrasyondur. Günümüzde emperyalizmin çoklu krizinde karşılık bulan ve bu krizlerden kaynaklanan sorunların çözümü için bu entegre sistemin dışına çıkmak gerekir.

 

“Endüstriyel tarım, daha istikrarlı ve ekonomik bir model olarak sunularak baskın tarım kültürü haline gelmiştir. Peki, agroekoloji günümüz insanının ihtiyaçları için elverişli, kullanışlı bir tarım modeli midir? Bu soruya cevap verebilmek için agroekolojinin doğaya etkisini (I), toprak ve insan sağlığı için önemi kapsamında gıdaya erişimi (II) ve bu doğrultuda agroekolojinin sosyal bilimler alanındaki gelişimini (III) incelemek gerekmektedir.”[viii]



[i] Cahit Zarifoğlu

[ii] Murat Büyükyılmaz, Gıda Krizinden Gıda Egemenliğine Bir Yol Var, Biz Kitap, Temmuz 2023, s.217-225.

[iii] https://tr.euronews.com/2023/10/16/dunya-bankasi-raporu-turkiye-reel-gida-enflasyonunun-en-yuksek-oldugu-4-ulke#:~:text=T%C3%BCrkiye%20nominal%20g%C4%B1da%20enflasyonunda%20da,Arjantin%20(y%C3%BCzde%20134)%20geliyor.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Söyleşi: Mansur Ayık'la yeni romanı Hiç Kimse'den yola çıkıp edebiyatı ve hayatı konuştuk...

https://www.edebiyathaber.net/mansur-ayik-toplumsal-curumeye-karsi-bir-yuzlesme-romani-yazmak-istedim/ Mansur Ayık: “Toplumsal çürümeye karş...