10 Aralık 2023 Pazar

ÇORUM: 43 YILDIR ADALETLE BULUŞAMAYAN HAKİKAT

ÇORUM: 43 YILDIR ADALETLE BULUŞAMAYAN HAKİKAT 

Temmuz 1993 tarihli bir video dün medyada çokça dolaştı. Videoda Yaşar Kemal’in Sivas Katliamına ilişkin sözleri yer alıyordu.

 “40 yıldır başladı bu yakma… bu hikâye 40 yıl önce başlar ve bu birikimin sonucudur.”

Bu sözlerin işaret ettiği iki nokta var aslında; katliam bir devlet politikasıdır, faşizmle yönetilen ülkelerde halklar katliamlarla hizaya sokulmaya çalışılır. Bu gerçeğin Türkiye gerçeği olduğunu görmek için, her katliamın yıldönümünde onun öncesini ve sonrasını da konuşmak zorunda kalışımıza bakmak yeterlidir. Bakarken göreceğimiz bir başka yanı daha var; Hesaplaşılmayan her katliam bir sonrakinin zeminidir aynı zamanda.

Türkiye’de cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana onlarca katliam yaşandı. Bu katliamlar - istisnalar dışında- ya etnik ya da dini/inançsal bir gerekçe öne sürülerek yapıldı. Dinin ve ulusal kimliğin böyle elverişli bir malzeme biçiminde kullanılmasının temelinde devletin ideolojik olarak Türk- Sünni kimliğine sahip olması vardır. Faşizme karşı mücadelenin yükseldiği, halkın örgütlü bir güç haline geldiği dönemler katliamların peşpeşe yaşandığı dönemlerdir. Tüm bunların toplamında Aleviler, Kürtler, devrimciler, muhalifler katliamlara uğramıştır.

 ÇORUM KATLİAMI VE HALK DİRENİŞİ

Çorum Katliamı da bunlardan biridir. 1980 yılının Mayıs ayında başlayan sürecin doruk noktası 4 Temmuzdur. Katliamın yaşandığı o günler, 12 Eylül askeri faşist cuntasının hemen öncesidir yani… İktidarda MHP-MSP destekli, Demirel azınlık hükümeti vardır. TBMM’de yaşanan ve krize dönüşerek tıkanan anlaşmazlıklar nedeniyle Cumhurbaşkanlığı seçimi için bir araya gelinemediği günlerdir. Türkiye’nin dört yanında halk sokaklarda, işçiler emekçiler grevde, öğrenciler boykottadır. Hak alma mücadelesinin kitlesel olarak verildiği bir dönem yaşanmaktadır.

Çorum katliamı 1 Mayıs 1977 katliamı ile başlayan sürecin devamıdır. Faşizme karşı mücadele eden, örgütlenen, devrimi kurtuluş olarak gören halkı hedef almıştır. Çorum’a kadar gelinen zaman aralığında Beyazıt (16 Mart 1978), Maraş (19- 26 Aralık 1978) gibi büyük katliamlar ve onlarca provokasyon, silahlı saldırı, linç girişimi yaşanmıştır.

Fakat Çorum katliamını kendinden önceki (Maraş) ve sonraki (Sivas, Gazi gibi) katliamlardan ayıran bir fark vardır. Katliama, direniş komitelerinde örgütlenen halkın hayata geçirdiği silahlı direnişle cevap verilmiştir. Çorum katliamı, bu nedenle iktidarlar tarafından, faşizme karşı mücadelede örnek olması yanıyla yok sayılmaya, duyurulmamaya, öğretilmemeye çalışılır. Katliama ısrarla ‘olay’ denmesi de bu amacın güdüldüğünün göstergelerindendir. Öyle ki, Google arama motoruna “Çorum Katliamı” yazılarak bir arama yapıldığında, ilk olarak “Çorum Olayları” başlığı çıkıyor.

Olay değildir; katliam ve çok daha önemli olarak direniştir.

 ÇORUM’DA NE OLDU?

Çorum’da katliama giden süreç, yılın başından itibaren adım adım planlanıp hayata geçirilmiştir. Planın asıl sahibi emperyalist ABD’dir. O günlerde Alevi- Sünni inançlarından halkın bir arada yaşadığı şehre gelen bir Amerikan ajanı buradaki faşist devlet güçleriyle görüşerek katliamın planını bizzat hazırlar. Kıbrıs’ta da görev yapmış ve Ecevit Hükümetinin ‘tanıdığı’ bir ajan olduğu daha sonra ortaya çıkan bu kişi Çorum’dan sonra Amasya ve Tokat’ta bir süre kalmıştır.

Dönemin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’in söz konusu ajanla ilgili anlatımı şöyledir:

 “Alexander Peck ile benim Bakan olarak bir hikayem var. Bir gün Amasya Belediye Başkanımız, bana telefon etti. "Buralarda bir Amerikalı geziyor, benden de bir randevu aldı." dedi. "Ne sorarsa not et, bana bildir." dedim. Sonra not etti ve bana gönderdi. Nüfus durumunu, Alevi-Sünni ayrışmasını soruşturmuş. Bir ihtilaf çıkarsa Alevi-Sünni arasında mı yoksa işçi-işveren arasında mı sağ-sol çatışması mı olur diye araştırmış. Sanki ihtilaf çıkartacak da neden arıyormuş gibi sorular sormuş.”

Katliamın zeminini, Alevilik ve solculuğun antipropagandası ile hazırlamayı amaçlarlar. Çorum Adli emanet deposundan silahlar çalınıp faşistlere dağıtılır. ‘Aleviler silahlanıyor’ diye söylenti çıkarırlar.

Şubat ayında yoksulluğa karşı bir miting yapılacaktır. Mitingde faşistler katliam hazırlığı yaparlar. Ancak bu hazırlık devrimciler tarafından fark edilip öğrenilir ve miting yapılmaz. Böylece provokasyon boşa çıkarılır. Fakat solcu olduğu bilinen esnafa, Alevi ailelere yönelik taciz ve tehditler de artmaya başlar.

15 Mayıs’ta bir kadın, oğluyla birlikte sokak ortasında vurulur. Vuranların kimliği belirsizdir… Belirgin olansa gerginliğin arttığıdır.

19 Mayıs öncesinde Gençlik ve Spor Bayramında şehirde “İslamcı Gençlik” imzalı bir bildiri dağıtılır.

"Müslüman namusuna sahip çık! 19 Mayıs gösterileri adı altında yine namus bacılarımızın iffet ve hayasına kahpece ve haince saldıracak bir gün geliyor. Yüreklerimizi parçalıyor, içimize kan akıtılıyor. Yine müslüman evladı kan ağlamaya kafir düzen tarafından soyularak, en müstehcen ve kepaze kılıkta teşhir edilecektir. Bin yıllık mübarek tarihimize bundan büyük bir leke sürülebilir mi? Kurtuluş Savaşında namusunu Yunan eli kirletmektense, ölmeyi tercih eden mübarek ninelerimizin kemikleri sızlamaz mı? Ey müslüman, düşün, süngüyle ama karnında çocuk çıkarken zihniyetle bu zihniyetin farkı ne? Namazını kıl, orucunu tut yeter; karışan mı var diyen gafil müslüman sen de düşün... Düşün ki, haddini bilmeyenlere bildirelim hadlerini. Şu hadis-i Şerifi asla unutma, haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır. Ne mutlu canı ile, kanı ile, malı ile CİHAD edenlere..."

27 Mayıs’ta, yani 1 hafta sonra faşist şef Gün Sazak Ankara’da Devrimci Sol tarafından ölümle cezalandırılır. Bunun üzerine faşistler Çorum sokaklarında çoğunluğunu gençlerin ve şehirden olmayanların oluşturduğu bir kitle ile “Kanımız aksa da zafer İslam’ın”, “Kana kan, intikam” gibi sloganlarla yürüyüş yapıp, halka saldırırlar. Solcu ve Aleviler yine hedeftedir. Olayların tırmanışa geçtiği tarih de bu 28 Mayıs’tır işte.

Gün Sazak Çorumlu değildir. Çorum’da ölmemiştir. Cenazesi Çorum’a gelmemiştir. Fakat bizzat devlet eliyle Gün Sazak’ın ölümü üzerinden yaratılan bir dalgayla o gün hedefte olan Çorum’da katliam yapmak için adı kullanılmıştır. Bu öyle bir sunilik, öyle bir devlet dayatmasıdır ki, bugün bile Çorum katliamı ile ilgili sözlü-yazılı aktarımlarda katliamın nedenlerinden biri olarak Gün Sazak’ın ölümü sayılmaktadır.

HALK DİRENİŞİ

 29 Mayıs, Perşembe günüdür. Başta Ulu camii olmak üzere birkaç camide öğle namazı çıkışında faşist provokatörler “Aleviler cami yakacak”, “Aleviler camilere saldırıyor” diyerek ortamı germeye başlarlar.

30 Mayıs’ta şehirdeki devrimci demokrat güçler direniş ve sonrasında da taarruz kararı alarak bu süreci ölümlere rağmen halktan yana çevirirler. Çorum’u Çorum yapan da işte bu, örgütlü silahlanmış halk gerçeğidir.

O güne kadar Çorum’da var olan sol grupların arasında yer yer çatışmalara varan dağınık bir durum vardır. Belki de katliam için Çorum’un tercih edilmesinde bu dağınık ve birbiriyle çatışan güçlerin varlığı da faşizmin göz önüne aldığı bir ölçü olmuştur. Fakat, katliam sürecinin başlamasıyla birlikte kendi aralarındaki çekişmeleri bir yana bırakarak birleşik direniş hattını hızla oluştururlar. Halkın her kesiminin de katıldığı ve silahlı direnişin örgütlendiği direniş komiteleri, kuşkusuz ki katliamın boyutunu değiştirmiştir.

Halkın güvenliğini almak için hızla Direniş Komiteleri hayata geçirilir ve Alevi halkın yoğun olarak yaşadığı Milönü’nde barikatlar kurulur. Çünkü halktan 4 kişi silahla taranarak katledilmiştir. Tunceli’den Çorum’a olaylardan hemen önce atanan vali yaşanan her şeyin sebebi olarak halkın barikatını gösterir ve polis, asker, çeteler barikatın kaldırılması için seferber edilir. Tanklarla saldırmalarına rağmen başaramazlar. Halk bu barikatı kendi kararıyla kaldırır ve bunun yerine gece nöbetleri ile süreç devam eder.

Haziran ayı boyunca günler tacizler, tehditler, tek tek yaşanan ağır yaralamalı kimi zaman ölümlü saldırılarla ilerler. Aynı günlerde şehirde birçok yabancı yüz dolaşmaya başlamıştır. Çorum’a bağlantısı olan tüm yollar sivil-resmi faşistler tarafından tutulur. Barikatta nöbet tutarken, polisin panzerden açtığı ateşle yaralanan Süleyman Atlas, “tedavi ettireceğiz” denilerek halkın elinden zorla alınıp kaçılır. SSK Hastanesine götürülür. Hastanede günlerce işkence yapılır Atlas’a ve hayatını kaybeder. Yollar faşistler tarafından kesildiği için cenazesi köyüne bile götürülemez. Merkeze yakın Büyük Palabıyık köyünde defnedilir.

Süleyman Atlas’ın ölümü büyük bir öfke yaratır. Sol güçler öncülüğünde organize olan halk, taarruza geçer ve faşistler mahallelerden püskürtülerek temizlenmeye başlanır. Mahalleler, köy yolları derken son hedef SSK Hastanesidir. Uzun süren çatışmalar sonucunda hastane kontrol altına alınır. Süreç boyunca yaralanan birçok kişinin taşındığı hastanenin bir işkence merkezine çevrildiği de böylece ortaya çıkar.

4 Temmuz, katliamın ve direnişin en kanlı günü olur. İnşaatı devam eden Alaattin Camisinin Aleviler tarafından yakıldığı, Alevilerin Kuran sayfalarını yırttığı ve yaktığı, şehrin içme sularını zehirlediği gibi söylentiler, yine namaz sonrasında bir anda tüm şehre yayılır. Bunlar TRT haberlerinde de sunulur. Camiden çıkanlar “Kızılbaşlara ölüm!” sloganlarıyla her yere, herkese saldırır. Alevi Dedesi Veli Solmaz ve bir arkadaşı faşistlerce kaçırılır, işkence edilir ve şehrin ortasındaki fırında diri diri yakılır. Mahallelere giren faşistler, bir kısmı önceden işaretlenmiş evlere saldırırlar. Kadınlar, yaşlılar evlerinde işkenceye, tecavüze uğrar…

Alevi- Sünni inançlarından esnafın yanyana işyerlerinin bulunduğu Ulu Camii çevresinde Alevi esnafa yönelik yağma başlar. Bu yağmanın zenginleri bugün Çorum şehir merkezinde Tarihi Saat Kulesinin çevresindeki işyerlerinin sahipleridir. Milletvekilliği, belediye başkanlığı vb ile de ödüllendirilen Ahlatçılar en başta gelenlerdendir. Ahlatçıların katliam sırasında faşistlere silah ve her türlü lojistik desteği sağladığı Çorum’da bilinmektedir.

Fakat başta da söylediğimiz gibi halkın komiteler aracılığıyla yarattığı ve savunmadan saldırıya taşınan silahlı direnişle bu kapsamlı faşist saldırı da nihayet püskürtülür.

Resmi rakamlara göre 57 kişi katledilmiştir, bugün hala kayıp olan onlarca insan vardır. Kayıplara dair bir fikir edinmemizi sağlayan birkaç yetkilinin anlatımları da yine arşivlerin kuytu köşelerinde yer alıyor. Katliamdan kısa süre önce şehre tayin edilen polis memurlarının düşmanca tavırları kayıplar konusunda da belirleyici olmuş. Cesetlere ilişkin ihbarlar doğrultusunda olay yerine giden polislerin, ölen Alevi ya da sol görüşlü biri ise “ceset yok, yanlış/asılsız ihbar” bilgisi verdikleri bu anlatımlarda geçiyor. Kayıplarının solgun hatırasıyla büyüyen bir nesil var ve onlar bugün Çorum’un en hüzünlü yanıdır.

DAVA SÜRECİ Çorum katliamı sonrası yaşanan hukuki sürece değinmeden bu katliama yönelik resmi tavrın eksik anlatılmış olacağını düşünüyorum. Çok az bilgi olmakla birlikte katliamın özeti; Hukuki olarak baştan sona hukuksuzluktur.

12 Eylül’ün arefesinde yaşanan katliamla ilgili davaların tamamı Sıkıyönetim Mahkemelerinde görülmüştür. Açılan onlarca dosya öldürme, yaralama, hakaret, mala zarar gibi gerekçelerle ama yasadışı biçimde ayrı ayrı ele alınmıştır. Tek bir olay dosyası olarak ele alınmaması bu hukuksuzluğun maddi zeminini sağlamıştır. Bugün CMK’da (md-8) düzenlenmiş olan “bağlantı kavramı”; o gün yürürlükte olan CMUK’ta da benzer biçimde vardır. Yasa açıktır, yasadışılık yapıldığı da aynı derecede açıktır.

Sıkıyönetim Mahkemelerinin özel yetkili mahkemeler oluşu, devletin hukuksuzluğuna kılıf yapılmıştır. Dosyaların ayrı ayrı ve kişisel olarak ele alınmasının nedenleri sorgulanmalıdır. En temelde katliam ve cezasızlık politikası var elbette. Bununla birlikte, Çorum Katliamı üzerinden düşünürsek; davayı daha erken bitirme ve kamuoyu baskısı ve ilgisini hissetmeme isteği hukuksuzluğun nedeni olabilir.

Davanın Sivas, Gazi, Suruç, Ankara Gar Katliamı gibi toplumsal bir dava haline gelmemesi için uğraşılmıştır. Silahlı halk direnişinin yarattığı prestij kaybı ise asla göz ardı edilemez.

Çorum Katliamına ilişkin en son girişim 2021 yılında HDP’li 20 vekilin, katliamın tüm yönleriyle ilgili TBMM araştırması yapılması için önerge vermesidir. Önergenin akıbeti ile ilgili de bilgi bulunmuyor, reddedildiği düşünülebilir.

43. YIL!

 Çorum halkı 43 yıldır, ikiye bölünmüş bir şehirde, yaratılmış bir düşmanlıkla yaşıyor. Katliam sonrası hız kazanan ve toplumsal yaşamı nitelik açısından doğrudan etkileyen göçler devam ediyor. Gurur ve hüzünse hep yan yana, Çorum’da adaletle hakikat yan yana gelemediği için!

(03.07.2023 tarihinde yazılmıştır.)

KİTAP İNCELEMESİ: ŞAİR AYAKLANMASI, İNÖNÜ ALPAT

 ŞAİR AYAKLANMASI, İNÖNÜ ALPAT, HERDEM KİTAP



Tanışmak için elime aldığım anda, kapağından bana bakan ayaklanmanın ustaları bu derlemenin neden yazıldığını anlatıyor aslında. Şiir gibi yaşayanların, kendi hikayesini şairlere emanet ederek bu dünyadan gidenlerin şiirlerle selamlanması, yaşatılması bir görev çünkü onları tanıyanlar için. Neyin görevi bu? Tanımayan bilmeyenler için umut ve direnç olma görevi bence.
Kimi zaman bir yoldaş kalemi oynatan elin sahibi, kimi zaman İbrahim Karaca, Ahmet Telli gibi bu işin ustaları... Yüreğindeki duygular, bilincinin emriyle ayaklanan şairler, kimi zaman da Hrant Dink için bir araya gelip daha büyük ayaklanmaların müjdesini veriyor. Haziran Ayaklanması, 10 Ekim Gar Katliamı en yakın dönemde yaşananların da tarihe şiirlerle not düşüldüğü bu çalışma hepimiz için bir kaynak aynı zamanda. "Devrimciler ölür, devrimler sürer." sözünü sık sık hatırladığımız bu coğrafyada, keşke bu ölümler hiç olmasaydı da bu şiirler yazılmasaydı diyoruz bazen. Ama iyi ki bu topraklarda böyle insanlar yaşadı, inandığı değerler uğruna yaşamını ortaya koymaktan kaçmayanlar yaşadı diyoruz daha çok.
Yaşam hakkının sömürü için, sermaye için ortadan kaldırılmadığı, emeğin hakkıyla yaşadığımız bir dünyanın mümkün olduğunu onlar öğretiyor çünkü.
İnönü Alpat, bu şiirleri derleyerek bizim için umut derlemiş aslında. Unutmamak, bizden koparılanların adaletini istemek için gerekçe vermiş bizlere.
Bir tarih kitabı gibi bile okunabileceğini düşündüğüm bu kitap için teşekkürler İnönü Alpat'a, bu tarihi yaratan ve yaşatanlara

KİTAP İNCELEMESİ: “Faşizm/Tarihsel ve Kuramsal İncelemeler”, Önder Kulak



“Faşizm/Tarihsel ve Kuramsal İncelemeler”
Önder Kulak, Kargaşa (2021)
***
Türkiye kapitalist bir ülke mi? Türkiye'de burjuva var mı? Türkiye’de demokrasi var mı? Bu sorulara cevap bulmak, karşısına ne konulacağını da nasıl konulacağını sorduracaktır. Bu kitap bizleri bu sorgulamaya sevk ediyor.
***
Dört bölümden oluşan bu çalışmadaki yazılar, daha önce dergilerde, internet sayfalarında yayımlanmıştır. Bunları derleyerek bir araya getiren de yine yazarın kendisidir. İyi ki de böyle yapmış diye düşündüm. Bölümlerin içeriğe göre düzenlenmiş ve anlaşılırlığı sağlayan da özünde bu olmuş. Sunuş yazısı da buna uygun olarak yazılmış.
“... bugün neler yaşandığını bir anlama çabası olarak düşünülebilir.” (Önsöz’den)
Bu çabanın kendisi bile bu kitabı okumak için yeterli olur. Ama felsefi metinler okurken yaşanan okunurluk, anlaşılırlık, soyutluk gibi kaygılara da çok iyi cevap veriyor. Henüz okumaya devam ediyorken
Güncel bir tartışma konusu olan faşizmi, felsefe- kültür- Marksizm konusunda çalışmalar yürüten bir akademisyenin değerlendirmesi, bizler için de bu tartışmaya doğru pencerelerden bakmanın olanağını yaratıyor.
Dünya maddidir, madde bilinçten önce gelir biçiminde özetlenen diyalektik- tarihsel ilkeleri hatırlamak en baştan itibaren faydalı olacaktır. Çünkü teori, pratikten sonra ve onun sonucunda ortaya çıkar. Bütün bilimsel olgular gibi faşizm de hayatın içindeki uygulamalarda var edilmiştir.
Bunun yanında bizlerin pek de üstünde durmadığımız ama hayatımızda belirleyici olan bazı olguları, kavramları düşünmemize de yarıyor. Türkiye kapitalist bir ülke mi? Türkiye'de burjuva var mı? Türkiye’de demokrasi var mı? Bu sorulara cevap bulmak, karşısına ne konulacağını da nasıl konulacağını sorduracaktır. Bu kitap bizleri bu sorgulamaya sevk ediyor.
***
Birinci Bölüm: KURAMSAL BELİRLEMELER
Başlangıcı yine Dimitrov’un faşizm tanımıyla yapan Ö.Kulak, tanımda yer alan “en ağır baskı koşulları” ile kastedilenin ne olduğuna, nasıl yapıldığına da bakıldığında faşizm tanımının daha doğru olacağını belirtiyor. Önsöz'de vurgulanan “istisna hali” ve “kişi kültü” kavramlarının açıklanmasını da bunun koşulu olarak sunuyor. Makaleler bu kavramlara ve oluştukları bağlamlara yönelik kafa açıcı bir içeriğe sahip. Faşizmin ekonomi, hukuk ve politikayla bağlarını kurmamıza yardımcı oluyor.
İkinci Bölüm: TARİHSEL ÇIKARIMLAR
Bana üç faşist ismi söyle dense ezberden söylenecek isimler Hitler, Franco, Mussolini’dir. İşte bu faşist diktatörlerin başında olduğu klasik faşizm uygulamalarındaki örneklerle ilk bölümde ortaya konan kuramsal çerçevenin hayatın içindeki karşılığını okuyoruz. Kişisel suç ve örgütlü suç arasındaki ayrımı sorgulatan “Nazi Askeri ‘Emir Kulu’ muydu?” başlıklı yazı, bizleri de çok kullanılan “emir kulu” olmak konusunda düşündürüyor.
Üçüncü Bölüm: MAKRODAN MİKROYA/ Dördüncü Bölüm: MİKRODAN MAKROYA
Birbirine bağlı olduğu için birlikte ele alabileceğimiz bu bölümlerde ise güncel örneklere yer veriliyor. Yakın tarihli birçok olaya yönelik değerlendirmeler bunlar.
Makrodan mikroya örnekler gündelik yaşamın yeniden örgütlenmesi için alternatifleri tartışıyor. Yoksulluk, lümpenleşme, kitle tabanı gibi sık kullandığımız söyleyişlerle burada faşizmin kültür politikaları olarak karşılaşıyoruz.
Mikrodan makroya örnekler ise, yukarıda belirttiğim gündelik yaşamın yeniden örgütlenmesine yönelik alternatif pratiklerden seçilmiş. Filmlerden, kitaplardan, eylemlerden, toplama kamplarından, forumlardan... hayatın içinden bizi düşünmeye sevk eden örnekler.
“Umudun Üretilmesi ya da Umut Olmak” son makalenin son yazısı. Buradaki iki yaklaşımdan çıkarılabilecek bir sonuç var; faşizme karşı tavır almak! Makro ve mikro arasındaki bağ da burada bence. Alacağımız tavrın niceliği ve niteliği genel siyasal durum ve siyasal seviye ile ilgili çünkü. Yani faşizme karşı örgütlenmek ve onu ortadan kaldırma hedefine sahip olmak.
***
Yazıyı tamamlamak için, iki alıntı yapacağım:
Yolun başlangıcı kabul edilen Dimitrov’un tanımı: “... faşizm, tekelci dönem kapitalizmi altında burjuvazinin işçi sınıfı ve halk kesimleri üzerindeki en ağır baskı koşullarını ortaya koyduğu devlet formudur.” (s.11)
“Diğer yandan buradaki çaba, bazen bir üniversite kampüsünde ‘Comandante Che Guevara’, bazen bir inşaat sahasında ‘Uğurlama’ eşliğinde, bir kıvılcım misali tutuşturabileceği zemini kollamaktadır her daim.” (s.148)
Emeklerinize sağlık Önder Kulak.

KİTAP İNCELEMESİ: ÇERİBAŞI RÜSTEM AGA, Cemil Akmaca

 


ÇERİBAŞI RÜSTEM AGA, Cemil Akmaca

Evrensel Basım Yayın, 2015, Roman
***
Romanlarla ilgili neler biliyoruz? Yeryüzü gezginleridir onlar, dünyanın sahibi onlarmış gibi gezerler. Gam, keder, ağlamak uğrayamaz yanlarına; her zaman gülüp oynayacak kadar neşelidirler. Dizilerde bile kolayca taklit edilen komik ve kırık bir konuşmaları vardır. Aile onlar için mahrem değildir, kocaman bir aile olarak yaşarlar. Kim kimin çocuğudur bilinmez, üstüne bir de çocuk kaçırırlar. Hurdacı, bohçacı, çiçekçi, elekçi, sokak çalgıcısı, …dır meslekleri.
Tüm bildiklerimizi unutturacak kadar gerçek bir kitap işte “Çeribaşı Rüstem Aga”.
Elime alıp, arka kapak yazısını okuyunca ne anlattığını anladım, bir fikir sahibi oldum diye düşünmüştüm. Hiç de öyle değilmiş. Romanın sunuş yazısını yazan Hüseyin Irmak, daha ilk sayfaları okurken bildiğimiz pek çok şeyin yanlış olduğunu ve bunun bu romanla yüzümüze vurulacağını anlatıyor.
“Yani Roman tarihi, bir göç tarihinden ziyade bu insanlara yerleşme fırsatı vermemenin tarihidir.” (s.10)
İstanbul'un çok sevdiğim Harmantepe’sinde bir kez daha dolaşmak, bana aylarca kardeşlik eden, yemeyip yediren Romanlarla azıcık daha vakit geçirmek imkânı buldum bu güzel kitapla birlikte. 2005’te yasal zemini oluşturulmaya başlanan ve adına kentsel dönüşüm denilen sürgün-yıkım politikasının, Gültepe halkını ve oranın bir parçası olan Romanları nasıl etkilediğini bizzat görmüştüm. Romanda anlatılan, Romanların yıkımlarla birlikte “son kez” deyip de yurt edinmeye çalıştıkları, bunun için adeta direndikleri topraklardan nasıl sökülüp atıldıklarıdır
***
1960’lı yılların başında Erzurum’daki kalabalık bir Roman aşireti batıya, artık yerleşecekleri, kimsenin kendilerini hor görmeyeceği, itip kakmayacağı yerlere doğru yola düşerler. Bulundukları yerde yine iftiraya uğramış, hırsızlıkla suçlanmışlardır çünkü. Kararı açıklayan Çeribaşı Rüstem’dir.
İlk büyük durak Amasya’dır. Bazıları orada kalmaya karar verir ve vedalaşırlar. Devam edenler arasında da Körfez’e kadar birlikte gidip sonra Yalova, Bursa taraflarına, Kocaeli’ye, İstanbul’a gitmeyi düşünenler vardır. Yavaş yavaş ayrılırlar. Çeribaşı Rüstem’in ailesinin de içlerinde olduğu son Roman grubu da nihayet İstanbul’a varır. Fakat kimse hoş geldiniz, buyurun yeriniz hazır demez onlara. Tarihsel bir yazgıya karşı dirençtir solmayan umutları artık. İtile kakıla, zorluklar içinde Yahyakemal’e yerleşir ve burada bir mahalle, bir yaşam var ederler kendileriyle birlikte.
Levent'le Kağıthane arasındaki Gültepe semti ve onu oluşturan çevre yeni yeni oluşmaktadır. O günkü tabirle “komünist”ler de gelenlerin her şeyiyle ilgilenip, çalışma yapmaktadır. Şehre alışmaları, ihtiyaçlarını öğrenmeleri ve gidermeleri konusu başta olmak üzere hayata dair birçok ayrıntıyı paylaşırlar bu dostlarla. Onlarla dostluk etmenin bedelini de ödetirler tabii Romanlara ama doğruluk, dürüstlük hep baskın gelir ilişkilerde.
1970’lerin sonuna kadar olan zaman anlatılır romanda. Sonlarda başdöndürücü ve biraz da okumanın-öğrenmenin lezzetini kaçıran bir hız var. Olaylar, yaşananlar hızlı hızlı, yıllar atlana atlana anlatılmış. Ve bugün onlara ne olduğunu romanın sunuşunda verilen bilgilerle öğrenebiliyoruz.
70’li yılların sonunda Gültepe’ye bizzat devlet müdahale etmiştir. Çeribaşı'nın Romanlar arasındaki örgütleyiciliğini ve toparlayıcılığını gördükleri için, onu oradan sürmek istemişlerdir. Sadece o mu? Halkın birlikteliğini sağlayan, halkın ihtiyaçlarını merkeze alarak düşünen, davranan herkes hedef haline getirilmiştir. Bugün mafya-kontrgerilla ilişkileri içinde başı çeken isimlerden olan A.Çakıcı’nın ailesi gibi tetikçiler aracılığıyla bölgede faşist terör estirilmeye çalışılmıştır. Fakat bölgede örgütlü olan devrimciler sayesinde bu atmosfer dağıtılmıştır. Ankara’da Yenidoğan- Çinçin, İstanbul’da Kağıthane- Gültepe’de Erzurumlu, Roman halkından ve devrimci birçok insan çıkmıştır. Bu da hikâyenin gerçekliğinin, yani kitabın ikinci adı olan “Erzurum’dan İstanbul’a bir göç hikayesi” olduğunun en somut göstergesidir.
Özellikle anti-faşist mücadele deneyimleri serisiyle hepimizin sevdiği pek çok kitabın yayıncısı olan Evrensel Basım Yayın’ın kapanmasından çok kısa bir süre önce bastığı bu roman, çok bilinmiyor olmakla birlikte, bize verecek, öğretecek şeyleri olan, yanlış bildiklerimizi düzeltme fırsatı sunan bir eser. Okumanızı öneriyorum. Şimdiden iyi okumalar diliyorum. Okuyan dostların katkılarıyla daha da güzelleşecektir eminim bu yazı, şimdiden teşekkür ederim.
(Kitabı en kolay sahaflardan bulabilirsiniz.)

FELAKETLER ÇAĞI VE ENDÜSTRİYEL TARIM UYGULAMALARI: GIDA EGEMENLİĞİ VE AGRO-EKOLOJİNİN SAVUNUSU

 "Kapitalizm ve Yıkım" başlıklı 17. Karaburun Bilim Kongresinde yaptığım sunumun metnidir.


Giriş

 

Şairin “Etimle, kemiğimle nefret ettim”[i] dediği çağı yaşıyoruz. Bunca kötülük var ve biliyoruz ki iyilik, doğruluk bir tercih. Ancak sınıf bilinci olanların yapabileceği bir tercih aynı zamanda. Bu yanıyla gündelik yaşamda tercihlerimizi sınıfsal bakışımız belirliyor. Gıda ve beslenme konusundaki tercihlerimiz de bu gruba dahildir. İnsanı diğer canlılardan ayrı bir yere koymanın normal; doğaya, gezegene, diğer canlılara saygısızlığın doğal olduğunu iddia eden kapitalizm, beslenme ihtiyacını ve gıda hakkını gasp ediyor. Örneğin, insanın besin zincirindeki yeri tartışmalı haldeyken doğal döngüsü içinde bir hayvanın yiyecek olarak insana yönelmesi kabul edilemez bulunup, hayvanın yaşam hakkı ihlal ediliyor.

 

Emperyalizm aşamasındaki kapitalizm için haklar değil, pazar ve kâr önceliklidir. Kapitalizm koşullarında bu durumu şöyle tarif etmek istiyorum. Kötülüğü insan yapıyor ya da yaptırıyor. İnsanlar arasında sermayesi olanlar azmettiriyor, yoksullar ve emekçiler tetikçi olarak kullanılıyor. Ve hep birlikte bir cinayetin ortağı oluyoruz. Yıkım bu yanıyla da değerlendirebileceğimiz bir konudur.  İnsanlar kötü oldukları için, insan merkezli düşündükleri için değil, kapitalist çıkarlar bunu öncüllediği için diğer canlılar tutsaktır, doğa katledilmektedir.

 

İnsan kendi hakkını savunabilir, özgürlüğü için mücadele edebilir. Peki, gezegen ve üzerinde yaşayan canlılar, bitkiler, hayvanlar kendi özgürlükleri için mücadele edebilir mi? Özellikle hayvan özgürlüğü yanıyla sorunlu bir alandayız. Neyi nasıl tercih edebiliriz? Hayatımızda neleri değiştirebiliriz? Deprem gibi, pandemi gibi afet durumlarında, besin ve tedarik zincirinin kesintiye uğradığı olağanüstü koşullarda neler yapabiliriz?

Ne için ve nasıl mücadele edebiliriz?

 

Kapitalizm ve Felaketler Çağı

 

(bn: Marksist) Felaketler Çağı, ekolojik dengenin bozulduğu ve eko-sisteme hakimiyetle başlayan süreçtir. Peki, başlangıç diye kabul ettiğimiz yerde hangi değişiklikler var? Bu sürecin öncesi de insanın doğayla mücadelesidir. Ama bu çağa geldiğimizde artık insan doğayı etkilemeye başlamıştır.  Bu etki, geri dönüşü olmayan yani yıkıcı bir etkidir. Başlangıç noktası olarak burayı seçmemizin sebebi de budur.

 

Yıkımın etkilediği üç temel alan biyoçeşitlilik, iklim ve jeomorfolojidir. Bugün, üç alandaki yıkımı somut biçimde yaşamlarımızda görüyoruz. Yok olan biyoçeşitlilik, kapitalizmin tetikleyip boyutlandırdığı iklim krizi ve güncel örneği 6 Şubat depremleri olan jeomorfolojik yıkım… Bu makalede, işte bu çoklu kriz durumunun ekoloji kısmına değineceğim. Çünkü, özellikle beslenmek ve gıda ürünleri elde etmek gibi amaçlarla yapılan faaliyetler başta olmak üzere; birçok insan faaliyeti biyoçeşitlilikte yıkıma yol açıyor. Kullanılan yöntemlerden, politikalardan, değişimlerden etkilenen birçok canlı türü yok oluyor, daha doğrusu yok ediliyor.

 

Kapitalizmin, tekelci aşamasında, insan faaliyetlerinin başka konularda da en yüksek seviyesinde olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Felaketler çağı adıyla tarif ettiğim bu dönemin itici gücü yapım faaliyetleridir. Yapımın hayatımızdaki karşılığı nedir? İnşaat yani beton ekonomisi. Çağa özgü geri dönülmez zararlara yol açan yıkım böyle gerçekleşiyor.

 

Gıda hakkı ve gıda güvenliği konusunda kapitalist üretim tarzına yerleşik en az iki sorun vardır. (Üçüncü, dördüncü de olsa aynı yerleşiklik söz konusu olacaktır.)

 

1.       Eşitsiz dağıtım: Emperyalizm halkları adaletsizlikle yüzyüze bıraktı. Emperyalist ülkelerin/ şirketlerin kâr amacıyla doğayı talan eden faaliyetleri hem coğrafi olarak, hem de sömürü ilişkileri bakımından tarım alanlarına ciddi derecede zararlar veriyor. Özellikle madencilik, yeraltı varlıkların talanı ve fosil yakıt çıkarımı yapılan coğrafyalarda tarımı doğrudan etkileyen büyük bir tahribat yaşanıyor.

2.       Endüstriyel tarım uygulamaları: Emperyalizmden ayrı düşünülemeyecek bir üretim yöntemidir. En genel anlamda doğayı ve doğal alanları tahrip eden bir faaliyettir. Üretim, bölüşüm, gıdaya erişim gibi gıda hakkına içkin birçok sorunun nedenine dönüşmüş ve giderek tıkanan bir yöntemdir aynı zamanda.

 

Endüstriyel Tarım Uygulamaları

 

Adından da anlaşılacağı gibi; sanayi ve teknolojiye entegre bilgi, makina ve yöntemleri kullanarak; tarımsal üretimin her aşamasında yoğun su ve kimyasal girdiyi zorunlu hale getiren, toprağı, suyu ve ürünü kirleten, kâr odaklı, rekabetçi kapitalist tarım sistemidir.

 

Sanayi Devriminin beraberinde getirdiği gelişmelere bağlı olarak dünyada, Avrupa’da 19. yüzyılın ortalarında endüstriyel tarım uygulamaları başlar. Türkiye’de ise tarımda makinalaşmada simgeleşen bu süreç, 20. yy. ortalarında, dünyadaki ikinci emperyalistler arası paylaşım savaşından sonra başlamıştır. Yüksek verimlilik sayesinde dünyadaki gıda sorununa çözüm olacağı ileri sürülerek geliştirilen endüstriyel tarım; gıda adaletsizliğinin ve açlığın giderek arttığı bir dünya gerçeği ile çelişmektedir. Doğayı kirleten, kaynakları hoyratça kullanıp vahşice yok eden endüstriyel tarımın sürdürülebilir bir sistem olmadığı açıktır. (Bkz: “Gıda krizi: Endüstriyel tarım sürdürülebilir mi?”)[ii]

 

Tarımın kavramsallaştırılması ve tanımı konusundaki dezenformasyon ise endüstriyel tarımın açmazlarının göstergesidir. Çünkü, akademik çevre de dahil birçok kesimin yanlış kullandığı, hayatın içinde de ezberlenmiş bir yanlış olarak kullanılan bir kavramdan söz ediyoruz. (Örneğin, Oxford Türkçe Sözlük sadece bitki üretiminden söz ediyor.) Tarım ve hayvancılık gibi bir ifade var. Yanlıştır; tarımsal faaliyet bitkisel ve hayvansal üretimin tamamını kapsar.

 

Tarım bir üretim alanıdır, diğer üretim alanlarından farklı olarak da zorunlu ve vazgeçilmez bir üretim alanıdır. Tam da bu özellikleri nedeniyle ekolojik olarak ve sınıfsal bir bakış açısıyla ele alınması gerekir; eğer kâr değil hak öncelenirse! Belirleyici olan tüm sınıfsal sorunlarda olduğu gibi mülkiyettir. Kim üretim araçlarına sahipse, belirleyici olur. Bitkisel ve hayvansal üretimin birbirinden ayrı ele alınması, üretimin genel ve ayrı aşamalarında sektöre dönüştürülerek kâr elde edilmesi ile ilgilidir.

 

Bitkisel üretim esas olarak tarla bitkileri yetiştiriciliği ve bahçe bitkileri yetiştiriciliği üzerinden yapılır. Bahçe bitkileri meyve-sebze yetiştirmeye dönük bir faaliyet olduğu için doğrudan gıda, beslenme ihtiyacı içinde değerlendirilir. Fakat, yetiştiriciliğin de büyük kısmını oluşturan tarla bitkileri için durum farklıdır. Tahıllar, yemeklik baklagiller, endüstri bitkileri (yağ, lif, nişasta-şeker, tıbbi-aromatik amaçlı bitkiler) ve çayır-mera/yem bitkileri yetiştiriciliği tarla bitkileri üretimidir.  Tarla bitkileri üretiminin yapıldığı tarım arazileri başta olmak üzere, neredeyse tüm sistem daha kazançlı olan hayvansal üretime uyumlandırılmıştır. Ortada bir tercih olduğunu gösteren bir örnek verelim: 1 kg buğday yetiştirmek için ~1000 litre su harcanırken, 1 kg et elde etmek için ~15000 lt. su harcanır.

 

Diğer yandan yasal düzenlemelerin de endüstriyel tarımın yol açtığı sorunları büyüttüğünü görüyoruz. Tohum yasası ile düzenlenen sertifikalı tohum kullanma zorunluluğu yanında hibrit (kısır) tohum, GDO’lu tohum, ata tohumlarında ve ekolojik olarak uyumlu yerel tohumlarda çok büyük bir ekonomik-kültürel kayba yol açmıştır.

 

Uluslararası tahkim anlaşmaları, özelleştirmeler, üretici birliklerinin dağıtılması, tekelleşmeyi doğuran ve gıdaya erişimi zorlaştıran monotip üretimi beslemiştir.

 

6381 sayılı kanunda 2000 yılından sonra yapılan değişikliklerle orman arazilerinin talan edilmesi, 2012 yılında düzenlenen 6306 sayılı kanunda yıllar içinde ve bugüne kadar yapılan değişikliklerle tarım arazilerinin yok edilmesi; yasaların, kapitalist ekonomiye ait bir model olan endüstriyel tarım uygulamalarını benimsediğinin göstergeleridir.    

 

Tarım arazilerinin çeşitli amaçlarla imara ve ranta açılması, büyükşehir yasası ile köy statüsünün yok oluşu ve beraberinde getirdiği ekonomik yıkım, zeytinlikler gibi değerli arazilere, sulak alanlara enkaz dökümü 6 Şubat depremlerinin sonrasında endüstriyel tarım politikasının hayata verdiği zararın büyüklüğünü çok açık gözler önüne sermiştir.

 

6 Şubat Depremlerinin Gösterdiği Bazı Gerçekler

 

Depremlerin sonrasında yıkımın yaşandığı alanların özel afet bölgesi ilan edilerek, her şeyin kayıt altına alınması ve bu yolla hak kayıplarının en aza indirilmesi gerekirken, bunlar yapılmadı. Bu nedenle afetin maddi sonuçlarına ilişkin sayısal veriler yok denecek kadar azdır. Depremde hayatını kaybeden insan sayısı ile ilgili bilgiler bile üzerinden aylar geçmesine rağmen sınırlı ve bilgilerin gerçeği yansıtmadığını düşünen çok büyük bir kitle var. Bu atmosferde ekolojik unsurların tamamını içeren toplam canlı kaybına ilişkin bilgilere ulaşmak yıllar sonra bile zor olacaktır, bu da işin bir başka yönü. Fakat afet öncesi ve sonrasına ilişkin bazı verileri değerlendirerek depremin yıkımı hakkında fikir edinebiliriz.

 

Öncelikle bazı bilgileri paylaşalım. Çünkü depremin yaşandığı bölgenin tamamı Türkiye’de tarımsal üretimin en çok yapıldığı yerlerin başında geliyor-du. Uygarlığın başladığı topraklardan söz ediyoruz. Fırat- Dicle Havzası dünyanın en eski ve verimli tarım alanıdır. Çukurova ise mevsimlik hasat yapma koşulları sayesinde sofralık üretimde Türkiye’nin en büyük üretim alanıdır. Öyle ki, Türkiye’nin ilk üretim kooperatiflerinden biri de burada kurulmuştur.  

 

Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Harran Ovası pamuk ve tahıl yetiştiriciliği; Akdeniz bölgesi ve özellikle Çukurova sebze-meyve, seracılık, turunçgil üretimi; Doğu Anadolu meraya dayalı büyükbaş hayvancılık, Akdeniz’in kuzeyi ve Güneydoğu Anadolu küçükbaş hayvancılık yapılan yerlerdir. Depremin merkezi olan K.Maraş arıcılık ve kanatlı hayvan yetiştiriciliği, en büyük yıkımın yaşandığı yerlerin başında gelen Adıyaman küçükbaş hayvan ve tütün yetiştiriciliğinde önde gelen üretim alanlarıdır.

 

Bölgede ve bölgenin gıda ürünlerini sattığı Türkiye genelinde ise, yoksulluk, açlık sınırının altında yaşayanların sayısında artış, beslenme yetersizliği ve gıda enflasyonu gibi sorunlar da deprem öncesinden beri vardır. Sınıfsal sorunlara ek olarak, kaynağı farklı olsa da -deprem gibi- sonucu toplumsal olan olaylar nedeniyle dezavantajlı gruplar çoğalıyor. Dezavantajlı oluşları nedeniyle birçok temel haktan mahrum bırakılan grupların gıda hakkı da gasp ediliyor.

 

Dünya Bankasının gıda güvenliği raporları iddiamı destekler niteliktedir. Şubat ayı raporunda Türkiye, dünyada, gıda enflasyonu en yüksek 5. ülke olarak görünüyor.[iii]

 

İkinci olarak Food and Agriculture Organization (FAO) bülteni ve verileri fikir veren kaynaklar arasında yer alıyor.[iv] FAO Türkiye’nin Temmuz tarihli bülteninde (sayı 14) 6 Şubat depremlerine de yer verdi. Deprem nedeniyle üreticilerin üretim yapamama riski olduğu düşüncesine değinilen bültende toprak bozulması yer verilen ve riskleri çoğaltan bir başka etmen olarak ortaya konuldu.

 

DB, Birleşmiş Milletler ve BM Kalkınma Programı (UNDP), FAO gibi emperyalist kuruluşlar depremin zararlarının karşılanması için ayni ve nakdi desteklerde bulundular. Fakat en yoksullar, durumunu belgeleyemeyenler, aile üretimi yapan küçük toprak sahipleri ve topraksız üreticiler destekten yararlanamadı ya da çok az yararlanabildi. Adıyaman’da günlük yevmiye ile çadırlarda tütün dizen kadın tarım işçilerini izlemiştik haberlerde. Çünkü, en dipte olanın yaşam koşulları daha da geriye gitti ve olumlu herhangi bir değişiklik olmadı.

 

Gıda Egemenliği ve Agro-ekolojinin Savunusu

 

Dünyada endüstriyel tarımın garantörü konumundaki kurumların en başta geleni FAO’dur. FAO, Türkiye ile işbirliği yapmasının gerekçesi de olan üç öncelikli alana odaklandığını açıklıyor:

-          Gıda zincirinin tüm aşamalarında gıda kalitesini ve güvenliğini artırmak amacıyla “Gıda ve Beslenme Güvenliği ve Gıda Güvenliği”;

-          Doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımı ve iklim değişikliğinin etkileri konusunda farkındalığın arttırılması;

-          Hem kamu hem de özel sektör kuruluşlarının güçlendirilmesi, kurumlara yönelik eğitim programları ve ulusal ve uluslararası tarımsal verilerin geliştirilmesi amacıyla teknik yardım sağlanarak “Kamu ve Özel Sektörün Kurumsal Kapasitesinin” geliştirilmesi.

 

Sınıfsal ve ekolojik bir bakışla savunusunu yaptığım gıda egemenliği konusuna buradan giriş yapmak istiyorum. Gıda güvenliğini de içeren gıda hakkı, gıda egemenliği düşüncesinde temel kavramlar arasındadır. Birçok noktada ezenlerle ezilenlerin benzer, kimi zaman da ortak kavramları kullandığını görüyoruz. Fakat elde edilecek sonuçtan kimin yararlanacağı, üretimden elde edilenin kim tarafından kim için kullanılacağı sorularına verilecek cevaplar ayrımı net olarak ortaya koyacaktır. Mesela, FAO küçük aile işletmelerinin desteklenmesini öneriyor. Gıda egemenliği için bir yol olarak agro-ekolojiyi savununlar da bunu öneriyor. Biri makine, ilaç vb satmak için müşterilerini çoğaltmak amacıyla, diğeri üretim ve tüketimin diyalektik döngüsünün kurulması için bunu istiyor.

 

Açlığa çare olma iddiasıyla ortaya atılan endüstriyel tarımın karşısına koyduğumuz gıda egemenliği, depremde kurtarılmayı beklerken aç-susuz donarak ölenleri de hesaba eklediğimizde acil ve hayatidir.  

 

Gıda egemenliğine ilişkin kavramlara bakalım.

 

-          Gıda hakkı: Yaşamak için beslenmek tüm canlılar için biyolojik bir ihtiyaçtır. Gıda haktır, beslenme haktır. Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerde ve ülke içinde yaşamı düzenleyen TC Anayasasında bu hak açık olarak belirtilmiştir. (Ayrıntılı bilgi için bkz:  KÜRESEL GIDA KRİZİ VE BESLENME HAKKI, Turan Güzeloğlu)[v]

 

-          “Gıda güvenliği: Gıda güvenliği gıdaların hasatı, taşınması, işlenmesi, hazırlanması, depolanması ve son tüketiciye sunulması sürecinde gıda kaynaklı rahatsızlıklara ya da hastalıklara neden olan fiziksel, biyolojik ve kimyasal nitelikteki çeşitli risk unsurlarını önleyecek, zararsız kılacak ya da elimine edecek yaklaşımları ele alan bir kavram.

 

-          Gıda güvencesi: Gıda güvencesi bir toplumun beslenme ihtiyaçlarını karşılamak için yeteri miktarda ve ulaşılabilir gıda maddeleri üretme yeteneğine ve üretilen gıdalara erişiminin sürekliliğine vurgu yapan bir kavramdır.”[vi]

 

Kavramların yol göstericiliğinde, gıda egemenliğinden ne anlıyoruz? Polen Ekoloji dergisinin, gıda dosya konulu 6. sayısında şöyle tanımlanmıştır: “Gıda egemenliği kavramı, bütün bu ihtiyaç duyulan gerçekçi çözümleri üretmek, görmezden gelinen problemleri ortaya koymak ve halkın kendi gıda üretim mekanizmalarını kendi ellerine almalarını sağlamak üzere, ilk olarak uluslararası çiftçi örgütü La Vía Campesina tarafından , 1996 Dünya Gıda Zirvesi'nde, “insanların ekolojik olarak sağlam ve sürdürülebilir yöntemlerle üretilen sağlıklı ve kültürel olarak uygun gıdaya sahip olma hakkı ve kendi gıda ve tarım sistemlerini tanımlama hakkı” olarak ortaya atılmıştır.”[vii]

 

Kapitalist sistemin tekelci dönemi içinde gıda egemenliğini, alternatif bir üretim modeli ve seçenek olarak önümüze koymamızın temelinde sürdürülebilirliği vardır. Uygulama açısından yöntem genişliği ve esnekliği bu düşünceyi pratikleştirmektedir. Yani, mümkündür.

 

Ekolojik tarım olarak ifade edebileceğimiz agro-ekoloji kavramı gıda egemenliği teorisinin sahadaki karşılığıdır. Fakat bu yöntemi tek başına ekolojik olmakla açıklamak eksik kalır. Sürdürülebilirlik ve hak temelli oluşu, sosyal, siyasi ve toplumsal öğeleri de içinde barındırması diğer önemli tamamlayıcı özellikleridir. Agro-ekolojinin üzerinde durduğu temel unsurlar hem onun az önce saydığım özelliklerini, hem de sahada uygulanacak yöntemleri belirler. Bu unsurlar, toprak, su, habitat, enerji, toplum, biyoçeşitlilik, tohum ve bitki, agroormancılık, bitki sağlığı, hayvan, habitat ve ekonomidir.

 

Bu doğrultuda, gıda köyleri, gıda vadileri, köy-kentler, eko-köyler gibi giderek çeşitlenen uygulama alanları oluşturulmaktadır. Kooperatifler öne çıkan, yaşam alanı perspektifli bir diğer uygulamadır ve 6 Şubat’ta yaşanan afet sonrası yaşamın kurulması için çözüm önerileri arasında ilk sırada gelenlerden biridir.

 

Agro-ekolojinin olmazsa olmaz iki özelliği ise, küçük ölçekli işletmelerde yapılması ve kısa tedarik zinciri ile gıdaya erişimi organize etmesidir. Bu da yine özellikle afet durumlarında hayati önem taşıyan iki özelliktir aynı zamanda.  

 

Emperyalizmin üçüncü bunalım döneminin karakteristik özelliği, ekonomilerin savunma- silah sanayisine göre şekillendirilmesi ve tekeller arası fiziki savaşa da engel olacak biçimde zorunlu entegrasyondur. Günümüzde emperyalizmin çoklu krizinde karşılık bulan ve bu krizlerden kaynaklanan sorunların çözümü için bu entegre sistemin dışına çıkmak gerekir.

 

“Endüstriyel tarım, daha istikrarlı ve ekonomik bir model olarak sunularak baskın tarım kültürü haline gelmiştir. Peki, agroekoloji günümüz insanının ihtiyaçları için elverişli, kullanışlı bir tarım modeli midir? Bu soruya cevap verebilmek için agroekolojinin doğaya etkisini (I), toprak ve insan sağlığı için önemi kapsamında gıdaya erişimi (II) ve bu doğrultuda agroekolojinin sosyal bilimler alanındaki gelişimini (III) incelemek gerekmektedir.”[viii]



[i] Cahit Zarifoğlu

[ii] Murat Büyükyılmaz, Gıda Krizinden Gıda Egemenliğine Bir Yol Var, Biz Kitap, Temmuz 2023, s.217-225.

[iii] https://tr.euronews.com/2023/10/16/dunya-bankasi-raporu-turkiye-reel-gida-enflasyonunun-en-yuksek-oldugu-4-ulke#:~:text=T%C3%BCrkiye%20nominal%20g%C4%B1da%20enflasyonunda%20da,Arjantin%20(y%C3%BCzde%20134)%20geliyor.


Söyleşi: Mansur Ayık'la yeni romanı Hiç Kimse'den yola çıkıp edebiyatı ve hayatı konuştuk...

https://www.edebiyathaber.net/mansur-ayik-toplumsal-curumeye-karsi-bir-yuzlesme-romani-yazmak-istedim/ Mansur Ayık: “Toplumsal çürümeye karş...