11 Aralık 2023 Pazartesi
"Sana Dair" üzerine Jinnews/ Dilan Babat'la söyleşi
10 Aralık 2023 Pazar
ÇORUM: 43 YILDIR ADALETLE BULUŞAMAYAN HAKİKAT
ÇORUM: 43 YILDIR ADALETLE BULUŞAMAYAN HAKİKAT
8 Temmuz 1993 tarihli bir video dün medyada çokça dolaştı. Videoda Yaşar Kemal’in Sivas Katliamına ilişkin sözleri yer alıyordu.
“40 yıldır başladı bu yakma… bu hikâye 40 yıl önce başlar ve bu birikimin sonucudur.”
Bu sözlerin işaret ettiği iki nokta var aslında; katliam bir devlet politikasıdır, faşizmle yönetilen ülkelerde halklar katliamlarla hizaya sokulmaya çalışılır. Bu gerçeğin Türkiye gerçeği olduğunu görmek için, her katliamın yıldönümünde onun öncesini ve sonrasını da konuşmak zorunda kalışımıza bakmak yeterlidir. Bakarken göreceğimiz bir başka yanı daha var; Hesaplaşılmayan her katliam bir sonrakinin zeminidir aynı zamanda.
Türkiye’de cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana onlarca katliam yaşandı. Bu katliamlar - istisnalar dışında- ya etnik ya da dini/inançsal bir gerekçe öne sürülerek yapıldı. Dinin ve ulusal kimliğin böyle elverişli bir malzeme biçiminde kullanılmasının temelinde devletin ideolojik olarak Türk- Sünni kimliğine sahip olması vardır. Faşizme karşı mücadelenin yükseldiği, halkın örgütlü bir güç haline geldiği dönemler katliamların peşpeşe yaşandığı dönemlerdir. Tüm bunların toplamında Aleviler, Kürtler, devrimciler, muhalifler katliamlara uğramıştır.
ÇORUM KATLİAMI VE HALK DİRENİŞİ
Çorum Katliamı da bunlardan biridir. 1980 yılının Mayıs ayında başlayan sürecin doruk noktası 4 Temmuzdur. Katliamın yaşandığı o günler, 12 Eylül askeri faşist cuntasının hemen öncesidir yani… İktidarda MHP-MSP destekli, Demirel azınlık hükümeti vardır. TBMM’de yaşanan ve krize dönüşerek tıkanan anlaşmazlıklar nedeniyle Cumhurbaşkanlığı seçimi için bir araya gelinemediği günlerdir. Türkiye’nin dört yanında halk sokaklarda, işçiler emekçiler grevde, öğrenciler boykottadır. Hak alma mücadelesinin kitlesel olarak verildiği bir dönem yaşanmaktadır.
Çorum katliamı 1 Mayıs 1977 katliamı ile başlayan sürecin devamıdır. Faşizme karşı mücadele eden, örgütlenen, devrimi kurtuluş olarak gören halkı hedef almıştır. Çorum’a kadar gelinen zaman aralığında Beyazıt (16 Mart 1978), Maraş (19- 26 Aralık 1978) gibi büyük katliamlar ve onlarca provokasyon, silahlı saldırı, linç girişimi yaşanmıştır.
Fakat Çorum katliamını kendinden önceki (Maraş) ve sonraki (Sivas, Gazi gibi) katliamlardan ayıran bir fark vardır. Katliama, direniş komitelerinde örgütlenen halkın hayata geçirdiği silahlı direnişle cevap verilmiştir. Çorum katliamı, bu nedenle iktidarlar tarafından, faşizme karşı mücadelede örnek olması yanıyla yok sayılmaya, duyurulmamaya, öğretilmemeye çalışılır. Katliama ısrarla ‘olay’ denmesi de bu amacın güdüldüğünün göstergelerindendir. Öyle ki, Google arama motoruna “Çorum Katliamı” yazılarak bir arama yapıldığında, ilk olarak “Çorum Olayları” başlığı çıkıyor.
Olay değildir; katliam ve çok daha önemli olarak direniştir.
ÇORUM’DA NE OLDU?
Çorum’da katliama giden süreç, yılın başından itibaren adım adım planlanıp hayata geçirilmiştir. Planın asıl sahibi emperyalist ABD’dir. O günlerde Alevi- Sünni inançlarından halkın bir arada yaşadığı şehre gelen bir Amerikan ajanı buradaki faşist devlet güçleriyle görüşerek katliamın planını bizzat hazırlar. Kıbrıs’ta da görev yapmış ve Ecevit Hükümetinin ‘tanıdığı’ bir ajan olduğu daha sonra ortaya çıkan bu kişi Çorum’dan sonra Amasya ve Tokat’ta bir süre kalmıştır.
Dönemin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’in söz konusu ajanla ilgili anlatımı şöyledir:
“Alexander Peck ile benim Bakan olarak bir hikayem var. Bir gün Amasya Belediye Başkanımız, bana telefon etti. "Buralarda bir Amerikalı geziyor, benden de bir randevu aldı." dedi. "Ne sorarsa not et, bana bildir." dedim. Sonra not etti ve bana gönderdi. Nüfus durumunu, Alevi-Sünni ayrışmasını soruşturmuş. Bir ihtilaf çıkarsa Alevi-Sünni arasında mı yoksa işçi-işveren arasında mı sağ-sol çatışması mı olur diye araştırmış. Sanki ihtilaf çıkartacak da neden arıyormuş gibi sorular sormuş.”
Katliamın zeminini, Alevilik ve solculuğun antipropagandası ile hazırlamayı amaçlarlar. Çorum Adli emanet deposundan silahlar çalınıp faşistlere dağıtılır. ‘Aleviler silahlanıyor’ diye söylenti çıkarırlar.
Şubat ayında yoksulluğa karşı bir miting yapılacaktır. Mitingde faşistler katliam hazırlığı yaparlar. Ancak bu hazırlık devrimciler tarafından fark edilip öğrenilir ve miting yapılmaz. Böylece provokasyon boşa çıkarılır. Fakat solcu olduğu bilinen esnafa, Alevi ailelere yönelik taciz ve tehditler de artmaya başlar.
15 Mayıs’ta bir kadın, oğluyla birlikte sokak ortasında vurulur. Vuranların kimliği belirsizdir… Belirgin olansa gerginliğin arttığıdır.
19 Mayıs öncesinde Gençlik ve Spor Bayramında şehirde “İslamcı Gençlik” imzalı bir bildiri dağıtılır.
"Müslüman namusuna sahip çık! 19 Mayıs gösterileri adı altında yine namus bacılarımızın iffet ve hayasına kahpece ve haince saldıracak bir gün geliyor. Yüreklerimizi parçalıyor, içimize kan akıtılıyor. Yine müslüman evladı kan ağlamaya kafir düzen tarafından soyularak, en müstehcen ve kepaze kılıkta teşhir edilecektir. Bin yıllık mübarek tarihimize bundan büyük bir leke sürülebilir mi? Kurtuluş Savaşında namusunu Yunan eli kirletmektense, ölmeyi tercih eden mübarek ninelerimizin kemikleri sızlamaz mı? Ey müslüman, düşün, süngüyle ama karnında çocuk çıkarken zihniyetle bu zihniyetin farkı ne? Namazını kıl, orucunu tut yeter; karışan mı var diyen gafil müslüman sen de düşün... Düşün ki, haddini bilmeyenlere bildirelim hadlerini. Şu hadis-i Şerifi asla unutma, haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır. Ne mutlu canı ile, kanı ile, malı ile CİHAD edenlere..."
27 Mayıs’ta, yani 1 hafta sonra faşist şef Gün Sazak Ankara’da Devrimci Sol tarafından ölümle cezalandırılır. Bunun üzerine faşistler Çorum sokaklarında çoğunluğunu gençlerin ve şehirden olmayanların oluşturduğu bir kitle ile “Kanımız aksa da zafer İslam’ın”, “Kana kan, intikam” gibi sloganlarla yürüyüş yapıp, halka saldırırlar. Solcu ve Aleviler yine hedeftedir. Olayların tırmanışa geçtiği tarih de bu 28 Mayıs’tır işte.
Gün Sazak Çorumlu değildir. Çorum’da ölmemiştir. Cenazesi Çorum’a gelmemiştir. Fakat bizzat devlet eliyle Gün Sazak’ın ölümü üzerinden yaratılan bir dalgayla o gün hedefte olan Çorum’da katliam yapmak için adı kullanılmıştır. Bu öyle bir sunilik, öyle bir devlet dayatmasıdır ki, bugün bile Çorum katliamı ile ilgili sözlü-yazılı aktarımlarda katliamın nedenlerinden biri olarak Gün Sazak’ın ölümü sayılmaktadır.
HALK DİRENİŞİ
29 Mayıs, Perşembe günüdür. Başta Ulu camii olmak üzere birkaç camide öğle namazı çıkışında faşist provokatörler “Aleviler cami yakacak”, “Aleviler camilere saldırıyor” diyerek ortamı germeye başlarlar.
30 Mayıs’ta şehirdeki devrimci demokrat güçler direniş ve sonrasında da taarruz kararı alarak bu süreci ölümlere rağmen halktan yana çevirirler. Çorum’u Çorum yapan da işte bu, örgütlü silahlanmış halk gerçeğidir.
O güne kadar Çorum’da var olan sol grupların arasında yer yer çatışmalara varan dağınık bir durum vardır. Belki de katliam için Çorum’un tercih edilmesinde bu dağınık ve birbiriyle çatışan güçlerin varlığı da faşizmin göz önüne aldığı bir ölçü olmuştur. Fakat, katliam sürecinin başlamasıyla birlikte kendi aralarındaki çekişmeleri bir yana bırakarak birleşik direniş hattını hızla oluştururlar. Halkın her kesiminin de katıldığı ve silahlı direnişin örgütlendiği direniş komiteleri, kuşkusuz ki katliamın boyutunu değiştirmiştir.
Halkın güvenliğini almak için hızla Direniş Komiteleri hayata geçirilir ve Alevi halkın yoğun olarak yaşadığı Milönü’nde barikatlar kurulur. Çünkü halktan 4 kişi silahla taranarak katledilmiştir. Tunceli’den Çorum’a olaylardan hemen önce atanan vali yaşanan her şeyin sebebi olarak halkın barikatını gösterir ve polis, asker, çeteler barikatın kaldırılması için seferber edilir. Tanklarla saldırmalarına rağmen başaramazlar. Halk bu barikatı kendi kararıyla kaldırır ve bunun yerine gece nöbetleri ile süreç devam eder.
Haziran ayı boyunca günler tacizler, tehditler, tek tek yaşanan ağır yaralamalı kimi zaman ölümlü saldırılarla ilerler. Aynı günlerde şehirde birçok yabancı yüz dolaşmaya başlamıştır. Çorum’a bağlantısı olan tüm yollar sivil-resmi faşistler tarafından tutulur. Barikatta nöbet tutarken, polisin panzerden açtığı ateşle yaralanan Süleyman Atlas, “tedavi ettireceğiz” denilerek halkın elinden zorla alınıp kaçılır. SSK Hastanesine götürülür. Hastanede günlerce işkence yapılır Atlas’a ve hayatını kaybeder. Yollar faşistler tarafından kesildiği için cenazesi köyüne bile götürülemez. Merkeze yakın Büyük Palabıyık köyünde defnedilir.
Süleyman Atlas’ın ölümü büyük bir öfke yaratır. Sol güçler öncülüğünde organize olan halk, taarruza geçer ve faşistler mahallelerden püskürtülerek temizlenmeye başlanır. Mahalleler, köy yolları derken son hedef SSK Hastanesidir. Uzun süren çatışmalar sonucunda hastane kontrol altına alınır. Süreç boyunca yaralanan birçok kişinin taşındığı hastanenin bir işkence merkezine çevrildiği de böylece ortaya çıkar.
4 Temmuz, katliamın ve direnişin en kanlı günü olur. İnşaatı devam eden Alaattin Camisinin Aleviler tarafından yakıldığı, Alevilerin Kuran sayfalarını yırttığı ve yaktığı, şehrin içme sularını zehirlediği gibi söylentiler, yine namaz sonrasında bir anda tüm şehre yayılır. Bunlar TRT haberlerinde de sunulur. Camiden çıkanlar “Kızılbaşlara ölüm!” sloganlarıyla her yere, herkese saldırır. Alevi Dedesi Veli Solmaz ve bir arkadaşı faşistlerce kaçırılır, işkence edilir ve şehrin ortasındaki fırında diri diri yakılır. Mahallelere giren faşistler, bir kısmı önceden işaretlenmiş evlere saldırırlar. Kadınlar, yaşlılar evlerinde işkenceye, tecavüze uğrar…
Alevi- Sünni inançlarından esnafın yanyana işyerlerinin bulunduğu Ulu Camii çevresinde Alevi esnafa yönelik yağma başlar. Bu yağmanın zenginleri bugün Çorum şehir merkezinde Tarihi Saat Kulesinin çevresindeki işyerlerinin sahipleridir. Milletvekilliği, belediye başkanlığı vb ile de ödüllendirilen Ahlatçılar en başta gelenlerdendir. Ahlatçıların katliam sırasında faşistlere silah ve her türlü lojistik desteği sağladığı Çorum’da bilinmektedir.
Fakat başta da söylediğimiz gibi halkın komiteler aracılığıyla yarattığı ve savunmadan saldırıya taşınan silahlı direnişle bu kapsamlı faşist saldırı da nihayet püskürtülür.
Resmi rakamlara göre 57 kişi katledilmiştir, bugün hala kayıp olan onlarca insan vardır. Kayıplara dair bir fikir edinmemizi sağlayan birkaç yetkilinin anlatımları da yine arşivlerin kuytu köşelerinde yer alıyor. Katliamdan kısa süre önce şehre tayin edilen polis memurlarının düşmanca tavırları kayıplar konusunda da belirleyici olmuş. Cesetlere ilişkin ihbarlar doğrultusunda olay yerine giden polislerin, ölen Alevi ya da sol görüşlü biri ise “ceset yok, yanlış/asılsız ihbar” bilgisi verdikleri bu anlatımlarda geçiyor. Kayıplarının solgun hatırasıyla büyüyen bir nesil var ve onlar bugün Çorum’un en hüzünlü yanıdır.
DAVA SÜRECİ Çorum katliamı sonrası yaşanan hukuki sürece değinmeden bu katliama yönelik resmi tavrın eksik anlatılmış olacağını düşünüyorum. Çok az bilgi olmakla birlikte katliamın özeti; Hukuki olarak baştan sona hukuksuzluktur.
12 Eylül’ün arefesinde yaşanan katliamla ilgili davaların tamamı Sıkıyönetim Mahkemelerinde görülmüştür. Açılan onlarca dosya öldürme, yaralama, hakaret, mala zarar gibi gerekçelerle ama yasadışı biçimde ayrı ayrı ele alınmıştır. Tek bir olay dosyası olarak ele alınmaması bu hukuksuzluğun maddi zeminini sağlamıştır. Bugün CMK’da (md-8) düzenlenmiş olan “bağlantı kavramı”; o gün yürürlükte olan CMUK’ta da benzer biçimde vardır. Yasa açıktır, yasadışılık yapıldığı da aynı derecede açıktır.
Sıkıyönetim Mahkemelerinin özel yetkili mahkemeler oluşu, devletin hukuksuzluğuna kılıf yapılmıştır. Dosyaların ayrı ayrı ve kişisel olarak ele alınmasının nedenleri sorgulanmalıdır. En temelde katliam ve cezasızlık politikası var elbette. Bununla birlikte, Çorum Katliamı üzerinden düşünürsek; davayı daha erken bitirme ve kamuoyu baskısı ve ilgisini hissetmeme isteği hukuksuzluğun nedeni olabilir.
Davanın Sivas, Gazi, Suruç, Ankara Gar Katliamı gibi toplumsal bir dava haline gelmemesi için uğraşılmıştır. Silahlı halk direnişinin yarattığı prestij kaybı ise asla göz ardı edilemez.
Çorum Katliamına ilişkin en son girişim 2021 yılında HDP’li 20 vekilin, katliamın tüm yönleriyle ilgili TBMM araştırması yapılması için önerge vermesidir. Önergenin akıbeti ile ilgili de bilgi bulunmuyor, reddedildiği düşünülebilir.
43. YIL!
Çorum halkı 43 yıldır, ikiye bölünmüş bir şehirde, yaratılmış bir düşmanlıkla yaşıyor. Katliam sonrası hız kazanan ve toplumsal yaşamı nitelik açısından doğrudan etkileyen göçler devam ediyor. Gurur ve hüzünse hep yan yana, Çorum’da adaletle hakikat yan yana gelemediği için!
(03.07.2023 tarihinde yazılmıştır.)
KİTAP İNCELEMESİ: ŞAİR AYAKLANMASI, İNÖNÜ ALPAT
ŞAİR AYAKLANMASI, İNÖNÜ ALPAT, HERDEM KİTAP
KİTAP İNCELEMESİ: “Faşizm/Tarihsel ve Kuramsal İncelemeler”, Önder Kulak
KİTAP İNCELEMESİ: ÇERİBAŞI RÜSTEM AGA, Cemil Akmaca
ÇERİBAŞI RÜSTEM AGA, Cemil Akmaca
FELAKETLER ÇAĞI VE ENDÜSTRİYEL TARIM UYGULAMALARI: GIDA EGEMENLİĞİ VE AGRO-EKOLOJİNİN SAVUNUSU
"Kapitalizm ve Yıkım" başlıklı 17. Karaburun Bilim Kongresinde yaptığım sunumun metnidir.
Giriş
Şairin “Etimle, kemiğimle nefret ettim”[i]
dediği çağı yaşıyoruz. Bunca kötülük var ve biliyoruz ki iyilik, doğruluk bir
tercih. Ancak sınıf bilinci olanların yapabileceği bir tercih aynı zamanda. Bu
yanıyla gündelik yaşamda tercihlerimizi sınıfsal bakışımız belirliyor. Gıda ve
beslenme konusundaki tercihlerimiz de bu gruba dahildir. İnsanı diğer
canlılardan ayrı bir yere koymanın normal; doğaya, gezegene, diğer canlılara
saygısızlığın doğal olduğunu iddia eden kapitalizm, beslenme ihtiyacını ve gıda
hakkını gasp ediyor. Örneğin, insanın besin zincirindeki yeri tartışmalı
haldeyken doğal döngüsü içinde bir hayvanın yiyecek olarak insana yönelmesi
kabul edilemez bulunup, hayvanın yaşam hakkı ihlal ediliyor.
Emperyalizm aşamasındaki kapitalizm için haklar değil, pazar
ve kâr önceliklidir. Kapitalizm koşullarında bu durumu şöyle tarif etmek
istiyorum. Kötülüğü insan yapıyor ya da yaptırıyor. İnsanlar arasında sermayesi
olanlar azmettiriyor, yoksullar ve emekçiler tetikçi olarak kullanılıyor. Ve
hep birlikte bir cinayetin ortağı oluyoruz. Yıkım bu yanıyla da
değerlendirebileceğimiz bir konudur. İnsanlar
kötü oldukları için, insan merkezli düşündükleri için değil, kapitalist
çıkarlar bunu öncüllediği için diğer canlılar tutsaktır, doğa katledilmektedir.
İnsan kendi hakkını savunabilir, özgürlüğü için mücadele
edebilir. Peki, gezegen ve üzerinde yaşayan canlılar, bitkiler, hayvanlar kendi
özgürlükleri için mücadele edebilir mi? Özellikle hayvan özgürlüğü yanıyla
sorunlu bir alandayız. Neyi nasıl tercih edebiliriz? Hayatımızda neleri
değiştirebiliriz? Deprem gibi, pandemi gibi afet durumlarında, besin ve tedarik
zincirinin kesintiye uğradığı olağanüstü koşullarda neler yapabiliriz?
Ne için ve nasıl mücadele edebiliriz?
Kapitalizm ve Felaketler Çağı
(bn: Marksist) Felaketler Çağı, ekolojik dengenin
bozulduğu ve eko-sisteme hakimiyetle başlayan süreçtir. Peki, başlangıç diye
kabul ettiğimiz yerde hangi değişiklikler var? Bu sürecin öncesi de insanın
doğayla mücadelesidir. Ama bu çağa geldiğimizde artık insan doğayı etkilemeye
başlamıştır. Bu etki, geri dönüşü
olmayan yani yıkıcı bir etkidir. Başlangıç noktası olarak burayı seçmemizin
sebebi de budur.
Yıkımın etkilediği üç temel alan biyoçeşitlilik, iklim ve
jeomorfolojidir. Bugün, üç alandaki yıkımı somut biçimde yaşamlarımızda görüyoruz.
Yok olan biyoçeşitlilik, kapitalizmin tetikleyip boyutlandırdığı iklim krizi ve
güncel örneği 6 Şubat depremleri olan jeomorfolojik yıkım… Bu makalede, işte bu
çoklu kriz durumunun ekoloji kısmına değineceğim. Çünkü, özellikle beslenmek ve
gıda ürünleri elde etmek gibi amaçlarla yapılan faaliyetler başta olmak üzere;
birçok insan faaliyeti biyoçeşitlilikte yıkıma yol açıyor. Kullanılan
yöntemlerden, politikalardan, değişimlerden etkilenen birçok canlı türü yok
oluyor, daha doğrusu yok ediliyor.
Kapitalizmin, tekelci aşamasında, insan faaliyetlerinin
başka konularda da en yüksek seviyesinde olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Felaketler
çağı adıyla tarif ettiğim bu dönemin itici gücü yapım faaliyetleridir. Yapımın hayatımızdaki
karşılığı nedir? İnşaat yani beton ekonomisi. Çağa özgü geri dönülmez zararlara
yol açan yıkım böyle gerçekleşiyor.
Gıda hakkı ve gıda güvenliği konusunda kapitalist üretim
tarzına yerleşik en az iki sorun vardır. (Üçüncü, dördüncü de olsa aynı
yerleşiklik söz konusu olacaktır.)
1. Eşitsiz
dağıtım: Emperyalizm halkları adaletsizlikle yüzyüze bıraktı. Emperyalist ülkelerin/
şirketlerin kâr amacıyla doğayı talan eden faaliyetleri hem coğrafi olarak, hem
de sömürü ilişkileri bakımından tarım alanlarına ciddi derecede zararlar
veriyor. Özellikle madencilik, yeraltı varlıkların talanı ve fosil yakıt
çıkarımı yapılan coğrafyalarda tarımı doğrudan etkileyen büyük bir tahribat
yaşanıyor.
2. Endüstriyel
tarım uygulamaları: Emperyalizmden ayrı düşünülemeyecek bir üretim yöntemidir.
En genel anlamda doğayı ve doğal alanları tahrip eden bir faaliyettir. Üretim,
bölüşüm, gıdaya erişim gibi gıda hakkına içkin birçok sorunun nedenine dönüşmüş
ve giderek tıkanan bir yöntemdir aynı zamanda.
Endüstriyel Tarım Uygulamaları
Adından da anlaşılacağı gibi; sanayi ve teknolojiye
entegre bilgi, makina ve yöntemleri kullanarak; tarımsal üretimin her
aşamasında yoğun su ve kimyasal girdiyi zorunlu hale getiren, toprağı, suyu ve
ürünü kirleten, kâr odaklı, rekabetçi kapitalist tarım sistemidir.
Sanayi Devriminin beraberinde getirdiği gelişmelere bağlı
olarak dünyada, Avrupa’da 19. yüzyılın ortalarında endüstriyel tarım
uygulamaları başlar. Türkiye’de ise tarımda makinalaşmada simgeleşen bu süreç,
20. yy. ortalarında, dünyadaki ikinci emperyalistler arası paylaşım savaşından
sonra başlamıştır. Yüksek verimlilik sayesinde dünyadaki gıda sorununa çözüm
olacağı ileri sürülerek geliştirilen endüstriyel tarım; gıda adaletsizliğinin
ve açlığın giderek arttığı bir dünya gerçeği ile çelişmektedir. Doğayı kirleten,
kaynakları hoyratça kullanıp vahşice yok eden endüstriyel tarımın
sürdürülebilir bir sistem olmadığı açıktır. (Bkz: “Gıda krizi: Endüstriyel tarım
sürdürülebilir mi?”)[ii]
Tarımın kavramsallaştırılması ve tanımı konusundaki
dezenformasyon ise endüstriyel tarımın açmazlarının göstergesidir. Çünkü,
akademik çevre de dahil birçok kesimin yanlış kullandığı, hayatın içinde de
ezberlenmiş bir yanlış olarak kullanılan bir kavramdan söz ediyoruz. (Örneğin,
Oxford Türkçe Sözlük sadece bitki üretiminden söz ediyor.) Tarım ve hayvancılık
gibi bir ifade var. Yanlıştır; tarımsal faaliyet bitkisel ve hayvansal üretimin
tamamını kapsar.
Tarım bir üretim alanıdır, diğer üretim alanlarından
farklı olarak da zorunlu ve vazgeçilmez bir üretim alanıdır. Tam da bu
özellikleri nedeniyle ekolojik olarak ve sınıfsal bir bakış açısıyla ele
alınması gerekir; eğer kâr değil hak öncelenirse! Belirleyici olan tüm sınıfsal
sorunlarda olduğu gibi mülkiyettir. Kim üretim araçlarına sahipse, belirleyici
olur. Bitkisel ve hayvansal üretimin birbirinden ayrı ele alınması, üretimin
genel ve ayrı aşamalarında sektöre dönüştürülerek kâr elde edilmesi ile ilgilidir.
Bitkisel üretim esas olarak tarla bitkileri
yetiştiriciliği ve bahçe bitkileri yetiştiriciliği üzerinden yapılır. Bahçe
bitkileri meyve-sebze yetiştirmeye dönük bir faaliyet olduğu için doğrudan gıda,
beslenme ihtiyacı içinde değerlendirilir. Fakat, yetiştiriciliğin de büyük
kısmını oluşturan tarla bitkileri için durum farklıdır. Tahıllar, yemeklik
baklagiller, endüstri bitkileri (yağ, lif, nişasta-şeker, tıbbi-aromatik amaçlı
bitkiler) ve çayır-mera/yem bitkileri yetiştiriciliği tarla bitkileri
üretimidir. Tarla bitkileri üretiminin
yapıldığı tarım arazileri başta olmak üzere, neredeyse tüm sistem daha kazançlı
olan hayvansal üretime uyumlandırılmıştır. Ortada bir tercih olduğunu gösteren
bir örnek verelim: 1 kg buğday yetiştirmek için ~1000 litre su harcanırken, 1
kg et elde etmek için ~15000 lt. su harcanır.
Diğer yandan yasal düzenlemelerin de endüstriyel tarımın
yol açtığı sorunları büyüttüğünü görüyoruz. Tohum yasası ile düzenlenen
sertifikalı tohum kullanma zorunluluğu yanında hibrit (kısır) tohum, GDO’lu
tohum, ata tohumlarında ve ekolojik olarak uyumlu yerel tohumlarda çok büyük
bir ekonomik-kültürel kayba yol açmıştır.
Uluslararası tahkim anlaşmaları, özelleştirmeler, üretici
birliklerinin dağıtılması, tekelleşmeyi doğuran ve gıdaya erişimi zorlaştıran monotip
üretimi beslemiştir.
6381 sayılı kanunda 2000 yılından sonra yapılan
değişikliklerle orman arazilerinin talan edilmesi, 2012 yılında düzenlenen 6306
sayılı kanunda yıllar içinde ve bugüne kadar yapılan değişikliklerle tarım arazilerinin
yok edilmesi; yasaların, kapitalist ekonomiye ait bir model olan endüstriyel
tarım uygulamalarını benimsediğinin göstergeleridir.
Tarım arazilerinin çeşitli amaçlarla imara ve ranta
açılması, büyükşehir yasası ile köy statüsünün yok oluşu ve beraberinde
getirdiği ekonomik yıkım, zeytinlikler gibi değerli arazilere, sulak alanlara
enkaz dökümü 6 Şubat depremlerinin sonrasında endüstriyel tarım politikasının hayata
verdiği zararın büyüklüğünü çok açık gözler önüne sermiştir.
6 Şubat Depremlerinin Gösterdiği Bazı Gerçekler
Depremlerin sonrasında yıkımın yaşandığı alanların özel
afet bölgesi ilan edilerek, her şeyin kayıt altına alınması ve bu yolla hak kayıplarının
en aza indirilmesi gerekirken, bunlar yapılmadı. Bu nedenle afetin maddi
sonuçlarına ilişkin sayısal veriler yok denecek kadar azdır. Depremde hayatını
kaybeden insan sayısı ile ilgili bilgiler bile üzerinden aylar geçmesine rağmen
sınırlı ve bilgilerin gerçeği yansıtmadığını düşünen çok büyük bir kitle var.
Bu atmosferde ekolojik unsurların tamamını içeren toplam canlı kaybına ilişkin
bilgilere ulaşmak yıllar sonra bile zor olacaktır, bu da işin bir başka yönü. Fakat
afet öncesi ve sonrasına ilişkin bazı verileri değerlendirerek depremin yıkımı
hakkında fikir edinebiliriz.
Öncelikle bazı bilgileri paylaşalım. Çünkü depremin
yaşandığı bölgenin tamamı Türkiye’de tarımsal üretimin en çok yapıldığı
yerlerin başında geliyor-du. Uygarlığın başladığı topraklardan söz ediyoruz. Fırat-
Dicle Havzası dünyanın en eski ve verimli tarım alanıdır. Çukurova ise
mevsimlik hasat yapma koşulları sayesinde sofralık üretimde Türkiye’nin en
büyük üretim alanıdır. Öyle ki, Türkiye’nin ilk üretim kooperatiflerinden biri
de burada kurulmuştur.
Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Harran Ovası pamuk ve tahıl
yetiştiriciliği; Akdeniz bölgesi ve özellikle Çukurova sebze-meyve, seracılık,
turunçgil üretimi; Doğu Anadolu meraya dayalı büyükbaş hayvancılık, Akdeniz’in
kuzeyi ve Güneydoğu Anadolu küçükbaş hayvancılık yapılan yerlerdir. Depremin
merkezi olan K.Maraş arıcılık ve kanatlı hayvan yetiştiriciliği, en büyük
yıkımın yaşandığı yerlerin başında gelen Adıyaman küçükbaş hayvan ve tütün
yetiştiriciliğinde önde gelen üretim alanlarıdır.
Bölgede ve bölgenin gıda ürünlerini sattığı Türkiye
genelinde ise, yoksulluk, açlık sınırının altında yaşayanların sayısında artış,
beslenme yetersizliği ve gıda enflasyonu gibi sorunlar da deprem öncesinden beri
vardır. Sınıfsal sorunlara ek olarak, kaynağı farklı olsa da -deprem gibi-
sonucu toplumsal olan olaylar nedeniyle dezavantajlı gruplar çoğalıyor.
Dezavantajlı oluşları nedeniyle birçok temel haktan mahrum bırakılan grupların
gıda hakkı da gasp ediliyor.
Dünya Bankasının gıda güvenliği raporları iddiamı destekler
niteliktedir. Şubat ayı raporunda Türkiye, dünyada, gıda enflasyonu en yüksek
5. ülke olarak görünüyor.[iii]
İkinci olarak Food and Agriculture Organization (FAO)
bülteni ve verileri fikir veren kaynaklar arasında yer alıyor.[iv]
FAO Türkiye’nin Temmuz tarihli bülteninde (sayı 14) 6 Şubat depremlerine de yer
verdi. Deprem nedeniyle üreticilerin üretim yapamama riski olduğu düşüncesine
değinilen bültende toprak bozulması yer verilen ve riskleri çoğaltan bir başka etmen
olarak ortaya konuldu.
DB, Birleşmiş Milletler ve BM Kalkınma Programı (UNDP),
FAO gibi emperyalist kuruluşlar depremin zararlarının karşılanması için ayni ve
nakdi desteklerde bulundular. Fakat en yoksullar, durumunu belgeleyemeyenler, aile
üretimi yapan küçük toprak sahipleri ve topraksız üreticiler destekten
yararlanamadı ya da çok az yararlanabildi. Adıyaman’da günlük yevmiye ile
çadırlarda tütün dizen kadın tarım işçilerini izlemiştik haberlerde. Çünkü, en
dipte olanın yaşam koşulları daha da geriye gitti ve olumlu herhangi bir
değişiklik olmadı.
Gıda Egemenliği ve Agro-ekolojinin Savunusu
Dünyada endüstriyel tarımın garantörü konumundaki
kurumların en başta geleni FAO’dur. FAO, Türkiye ile işbirliği yapmasının
gerekçesi de olan üç öncelikli alana odaklandığını açıklıyor:
-
Gıda zincirinin tüm aşamalarında gıda kalitesini
ve güvenliğini artırmak amacıyla “Gıda ve Beslenme Güvenliği ve Gıda
Güvenliği”;
-
Doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımı ve
iklim değişikliğinin etkileri konusunda farkındalığın arttırılması;
-
Hem kamu hem de özel sektör kuruluşlarının
güçlendirilmesi, kurumlara yönelik eğitim programları ve ulusal ve uluslararası
tarımsal verilerin geliştirilmesi amacıyla teknik yardım sağlanarak “Kamu ve
Özel Sektörün Kurumsal Kapasitesinin” geliştirilmesi.
Sınıfsal ve ekolojik bir bakışla savunusunu yaptığım gıda
egemenliği konusuna buradan giriş yapmak istiyorum. Gıda güvenliğini de içeren
gıda hakkı, gıda egemenliği düşüncesinde temel kavramlar arasındadır. Birçok
noktada ezenlerle ezilenlerin benzer, kimi zaman da ortak kavramları
kullandığını görüyoruz. Fakat elde edilecek sonuçtan kimin yararlanacağı,
üretimden elde edilenin kim tarafından kim için kullanılacağı sorularına
verilecek cevaplar ayrımı net olarak ortaya koyacaktır. Mesela, FAO küçük aile
işletmelerinin desteklenmesini öneriyor. Gıda egemenliği için bir yol olarak
agro-ekolojiyi savununlar da bunu öneriyor. Biri makine, ilaç vb satmak için
müşterilerini çoğaltmak amacıyla, diğeri üretim ve tüketimin diyalektik
döngüsünün kurulması için bunu istiyor.
Açlığa çare olma iddiasıyla ortaya atılan endüstriyel
tarımın karşısına koyduğumuz gıda egemenliği, depremde kurtarılmayı beklerken
aç-susuz donarak ölenleri de hesaba eklediğimizde acil ve hayatidir.
Gıda egemenliğine ilişkin kavramlara bakalım.
-
Gıda hakkı: Yaşamak için beslenmek tüm canlılar
için biyolojik bir ihtiyaçtır. Gıda haktır, beslenme haktır. Türkiye’nin taraf
olduğu uluslararası sözleşmelerde ve ülke içinde yaşamı düzenleyen TC
Anayasasında bu hak açık olarak belirtilmiştir. (Ayrıntılı bilgi için bkz: KÜRESEL GIDA KRİZİ VE BESLENME HAKKI, Turan
Güzeloğlu)[v]
-
“Gıda güvenliği: Gıda güvenliği gıdaların
hasatı, taşınması, işlenmesi, hazırlanması, depolanması ve son tüketiciye
sunulması sürecinde gıda kaynaklı rahatsızlıklara ya da hastalıklara neden olan
fiziksel, biyolojik ve kimyasal nitelikteki çeşitli risk unsurlarını önleyecek,
zararsız kılacak ya da elimine edecek yaklaşımları ele alan bir kavram.
-
Gıda güvencesi: Gıda güvencesi bir toplumun
beslenme ihtiyaçlarını karşılamak için yeteri miktarda ve ulaşılabilir gıda
maddeleri üretme yeteneğine ve üretilen gıdalara erişiminin sürekliliğine vurgu
yapan bir kavramdır.”[vi]
Kavramların yol göstericiliğinde, gıda egemenliğinden ne
anlıyoruz? Polen Ekoloji dergisinin, gıda dosya konulu 6. sayısında şöyle
tanımlanmıştır: “Gıda egemenliği kavramı, bütün bu ihtiyaç duyulan gerçekçi
çözümleri üretmek, görmezden gelinen problemleri ortaya koymak ve halkın kendi
gıda üretim mekanizmalarını kendi ellerine almalarını sağlamak üzere, ilk
olarak uluslararası çiftçi örgütü La Vía Campesina tarafından , 1996 Dünya Gıda
Zirvesi'nde, “insanların ekolojik olarak sağlam ve sürdürülebilir yöntemlerle
üretilen sağlıklı ve kültürel olarak uygun gıdaya sahip olma hakkı ve kendi
gıda ve tarım sistemlerini tanımlama hakkı” olarak ortaya atılmıştır.”[vii]
Kapitalist sistemin tekelci dönemi içinde gıda
egemenliğini, alternatif bir üretim modeli ve seçenek olarak önümüze koymamızın
temelinde sürdürülebilirliği vardır. Uygulama açısından yöntem genişliği ve
esnekliği bu düşünceyi pratikleştirmektedir. Yani, mümkündür.
Ekolojik tarım olarak ifade edebileceğimiz agro-ekoloji
kavramı gıda egemenliği teorisinin sahadaki karşılığıdır. Fakat bu yöntemi tek
başına ekolojik olmakla açıklamak eksik kalır. Sürdürülebilirlik ve hak temelli
oluşu, sosyal, siyasi ve toplumsal öğeleri de içinde barındırması diğer önemli tamamlayıcı
özellikleridir. Agro-ekolojinin üzerinde durduğu temel unsurlar hem onun az
önce saydığım özelliklerini, hem de sahada uygulanacak yöntemleri belirler. Bu
unsurlar, toprak, su, habitat, enerji, toplum, biyoçeşitlilik, tohum ve bitki, agroormancılık,
bitki sağlığı, hayvan, habitat ve ekonomidir.
Bu doğrultuda, gıda köyleri, gıda vadileri, köy-kentler, eko-köyler
gibi giderek çeşitlenen uygulama alanları oluşturulmaktadır. Kooperatifler öne
çıkan, yaşam alanı perspektifli bir diğer uygulamadır ve 6 Şubat’ta yaşanan
afet sonrası yaşamın kurulması için çözüm önerileri arasında ilk sırada
gelenlerden biridir.
Agro-ekolojinin olmazsa olmaz iki özelliği ise, küçük
ölçekli işletmelerde yapılması ve kısa tedarik zinciri ile gıdaya erişimi
organize etmesidir. Bu da yine özellikle afet durumlarında hayati önem taşıyan
iki özelliktir aynı zamanda.
Emperyalizmin üçüncü bunalım döneminin karakteristik
özelliği, ekonomilerin savunma- silah sanayisine göre şekillendirilmesi ve
tekeller arası fiziki savaşa da engel olacak biçimde zorunlu entegrasyondur. Günümüzde
emperyalizmin çoklu krizinde karşılık bulan ve bu krizlerden kaynaklanan
sorunların çözümü için bu entegre sistemin dışına çıkmak gerekir.
“Endüstriyel tarım, daha istikrarlı ve ekonomik bir
model olarak sunularak baskın tarım kültürü haline gelmiştir. Peki, agroekoloji
günümüz insanının ihtiyaçları için elverişli, kullanışlı bir tarım modeli
midir? Bu soruya cevap verebilmek için agroekolojinin doğaya etkisini (I),
toprak ve insan sağlığı için önemi kapsamında gıdaya erişimi (II) ve bu
doğrultuda agroekolojinin sosyal bilimler alanındaki gelişimini (III) incelemek
gerekmektedir.”[viii]
[i] Cahit
Zarifoğlu
[ii] Murat
Büyükyılmaz, Gıda Krizinden Gıda Egemenliğine Bir Yol Var, Biz Kitap, Temmuz
2023, s.217-225.
[iii] https://tr.euronews.com/2023/10/16/dunya-bankasi-raporu-turkiye-reel-gida-enflasyonunun-en-yuksek-oldugu-4-ulke#:~:text=T%C3%BCrkiye%20nominal%20g%C4%B1da%20enflasyonunda%20da,Arjantin%20(y%C3%BCzde%20134)%20geliyor.
Söyleşi: Mansur Ayık'la yeni romanı Hiç Kimse'den yola çıkıp edebiyatı ve hayatı konuştuk...
https://www.edebiyathaber.net/mansur-ayik-toplumsal-curumeye-karsi-bir-yuzlesme-romani-yazmak-istedim/ Mansur Ayık: “Toplumsal çürümeye karş...
![](https://www.edebiyathaber.net/wp-content/uploads/2024/06/1000039337-768x1024.jpg)
-
8 MART’IN KIZILLIĞINA İLHAM VEREN KADIN “Kadın olmadan işçilerin birliği olmaz, işçilerin birliği olmadan kadın kurtulmaz” sözlerinde d...
-
BİR BURJUVA TRAGEDYASI: "AŞK VE ENTRİKALAR" “Bunun için dağlardan coşan sel gibi gelir, Bunun için kızıl bir alev gibi y...
-
#inceleme "Tez Nasıl Yazılır?" Umberto Eco, Çeviri: Betül Parlak, Can Yayınları-10. baskı. "Gülün Adı" ve "Fouca...